top of page
  • Alperen Buğra Özkök

ÖZGÜRLÜĞÜN GERÇEK ANLAMI ÜZERİNE: GROßE FREIHEIT



Son dönemde adından çok söz ettiren, izleyiciden de oldukça olumlu geri dönüşler alan Große Freiheit, Türkiye’de ilk defa Film Ekimi kapsamında gösterilmişti. Varoluşunun kabul edilmediği bir düzende korkusuzca devam etmek üzerine bir anlatı olarak şimdiden Alman kuir sinema tarihinde kendine önemli bir yer edinmiş görünüyor. Sebastian Meise imzalı film, Cannes’da “Belirli Bir Bakış” bölümünde kazandığı jüri ödülünün yanında başrol oyuncusu Franz Rogowski’ye geniş çaplı bir tanınırlık getirdi.


2. Dünya Savaşı sonrası Almanyasında eşcinsel olması sebebiyle yargılanan Hans’ın hikayesini konu alan Große Freiheit, neredeyse tamamı hapishane ortamında geçiyor olsa da bir hapishane dramasından çok daha fazlası. Yaklaşık yirmi yıllık bir periyotta Hans’ın maruz kaldığı kötü muameleyi ve etrafındakilerle kurduğu bağları inceleyen film üç farklı zaman katmanında gidip gelerek hikayeyi epeyce ilginç kılan dinamik bir anlatım yakalıyor.



Başlangıçta, 60’lı yılların sonunda hüküm giydiğine şahit olduğumuz kahramanımızın, 40’lı ve 50’li yıllardaki mahkumluk süreçlerine flashbackler aracılığıyla şahit oluyoruz. Tüm bu bitmek bilmeyen ve özünde anlamsız cezaevi yıllarında Hans’a, ilk hapse atıldığında hücreyi paylaştığı Viktor eşlik ediyor. Onları hep bir şekilde aynı hapishanede buluşturan kader, yıllar boyunca aralarındaki bağın güçlü bir dostluğa ve bir noktada da romantik bir biçime evrilmesine izin veriyor. İlk tanıştıklarında Hans’ı bir sapık olarak görüp hücreden atmak isteyen Viktor, özünde taşıdığı benliğini bir şekilde ortaya koymaktan başka çaresi olmayan bu adamla daha derin bir bağ kuruyor ve sevdiği kişinin intiharı karşısında acısını yaşamasına bile izin verilmeyen Hans’ı gardiyanlara karşı savunmaktan, sonrasında alacağı cezayı bilse de, geri durmuyor.



Filmde, Alman toplumundaki LGBTQ+ hak mücadelesinin tarihinde de önemli yeri bulunan, dönemin yasasında eşcinselliği “sapkınlık” olarak nitelendirip cezalandırılmasını öngören 175. maddeye sözlü olduğu kadar görsel yöntemlerle de vurgu yapılıyor. Hücre kapısında gördüklerimiz başta olmak üzere, “175” sayısına kadrajda çok kez rastlıyoruz. Ayrıca görüyoruz ki, 175. maddeyle yargılanıyor olmak zaten toplumdan dışlanmış suçluların arasında dahi ikinci plana atılmayı beraberinde getiriyor. Hans, Viktor’dan sayfalarını delerek mors alfabesiyle mektup yazdığı İncil’i aşık olduğu Oskar’a vermesini istediğinde Viktor, “Bir 175’le birlikte görünmek istemem!” diyerek reddediyor.



Kahramanımız aynı zamanda Alman toplumunda yaşayan bir Yahudi. Filmde de değinildiği üzere eşcinsellik, toplama kamplarına gönderilmek için gereğinden yeterli bir bahanedir ve Hans da bu sebeple hapishaneye girmeden önce bir dönem bir toplama kampında yaşamak zorunda kalmıştır. Viktor, Hans’ın kolundaki numaraları gördüğünde onun daha önce toplama kampında bulunduğunu anlıyor ve bunun üzerine ona kampın kötü bir hatırası olan numaraların üzerine bir dövme yapmayı teklif ediyor. Dövmenin yapıldığı sahnede neredeyse hiç diyalog duyamıyoruz çünkü Hans, Viktor’un sorduğu soruları cevapsız bırakıyor. Sessiz ilerlemesine rağmen, bu sahnede Hans’ın acısını da aralarında yeni alevlenmekte olan dostluğu da güçlü bir şekilde hissediyoruz.


Filmin geneline bakacak olursak diyalogların ve müziğin oldukça limitli kullanıldığını görmemize rağmen tabiri caizse ekrandan dışarıya fışkıran korkusuzluk, aşk, acı, birbirine tutunma ve varlığını sürdürme azmi gibi güçlü duygular bizi etkisi altına alıyor. Arkasında bulundurduğu yoğun duygular, sinematografik başarısı ve kullandığı anlatım tekniği sayesinde nasıl geçtiğini anlamadığımız, akıcı ama aynı zamanda harekete geçirici bir seyir deneyimi sunuyor Große Freiheit. Tüm bunlar bizi, söylemekten çok göstermeye dayalı bir disiplin olan sinemanın imkanlarının etkili kullanıldığı sonucuna götürüyor. Şöyle bir bakıldığında sakin, durgun denilebilecek filmin yarattığı hisler büyük ve önemli olaylardan köken almaktansa izleyiciye imajlar, akışta verilen tepkiler ve karakterlerin ruh halleri gibi daha basit olgular aracılığıyla veriliyor.



İsminde de geçen “özgürlük” kavramını, özgürlüğün olmadığını düşündüğümüz hapishane ortamında irdeleyen öyküde Hans’ın mahpusluk yıllarını izleyerek varabileceğimiz bir sonuç, özgürlüğün hep insanın içinde olduğu ve dışarıdan gelen baskılarla şekil değiştiremeyeceği. Hans bulunduğu kompleksten dışarı çıkamaması bakımından tutsaktır fakat görüyoruz ki 175. madde feshedildiğinde ve “özgür” kaldığında tekrardan bir suç işleyip tutsaklığa geri dönmeyi seçiyor. Bunu belki Viktor’un yanında olmayı özgürlüğe tercih ettiğinden ya da gerçek özgürlük saydığından, belki de topluma artık yabancılaşmış biri olarak katılmanın bir çeşit tutsaklık olduğunu düşündüğünden yapıyor. Bu noktada filmden okunabilen, özgürlüğü içimizde yaşadığımız derecede özgür olduğumuz ve nihai olarak iç dünyamızı özgür kılana döndüğümüz olarak görünüyor.


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page