Mickey 17: Varoluş Çıkmazında Bir Sistem Eleştirisi
- Melike Deveci
- 1 dakika önce
- 4 dakikada okunur
2020 yılında Parasite'in, En İyi Film dalında Akademi Ödülü alıp büyük bir heyecan yaratmasının ardından gelen uzun bir bekleyiş sonrası Bong Joon Ho, yeni filmiyle tekrardan karşımıza çıktı. Mickey 17’in çekimleri, 2022 yılının sonunda tamamlanmış olsa da, Hollywood grevi gibi çeşitli sebeplerden dolayı yayınlanması 2025 Mart ayını buldu.
Bong Joon Ho’nun yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı film, Edward Ashton’ın “Mickey 7” isimli kitabından uyarlanma olsa da günün sonunda yepyeni bir eser olarak önümüze geliyor. Mickey 17, yönetmenin eski filmlerinden taşıdığı izlerle de bize bir Bong Joon Ho filmi izliyor olduğumuzu devamlı hissettiriyor. Öyle ki bu, Bong’un filmografisinde gerçekçi olmayan, uzaylıvari yaratıklar içeren (The Host, Okja) ilk film olmadığı gibi; kapitalizm, sınıf farklılıkları ve kolonyalizm temalarını işleyen ilk film de değil (Snowpiercer, Parasite).
Robert Pattinson tarafından canlandırılan ana karakterimiz Mickey, arkadaşı Timo (Steven Yeun) ile bir makaron işletmesi kurmak için borç batağına düşmüş ve “tefecilerin tefecisi”nden kaçmaktadır. Mickey ve Timo, çareyi dünyadan kaçmakta bulur. Gelecekte geçen hikayemizde bize hiçbir zaman açıkça söylenmese de dünyanın durumu pek de iç açıcı değildir. Bunu, Mickey başka bir gezegeni kolonize edecek uzay gemisinde çalışmak için başvuru yaptığı sahnede anlarız. Bir haberci, dünyayı düzeltmek için çabalamayı savunan insanların aksine dünyadan kaçmaya çalışanların olduğunu söyler. Aynı zamanda, büyük ve yuvarlak binanın camlarının ardında bir kum fırtınası olduğunu görebiliriz. Buradan, hikayemizin distopik bir gerçeklikte geçtiği bize sezdirilir.

Mickey, uzay gemisindeki başka işler için yeterince kalifiye olmadığını düşünerek –pilot olmak için staj yapan Timo’nun aksine– ve iş tanımını yeterince iyi okumayarak “Harcanılabilir” (Expendable) olmak için başvurur. Harcanılabilirler, dünyada kabul görmeyen bir prosedürle, ölümlerinin ardından bedenleri “yazılarak” tekrardan aynı hafızaları ve anılarıyla hayata getirilen bir nevi kobay fareleridir. Mickey’nin görev tanımı, insanlar için normalde çok tehlikeli olacak görevleri, zaten harcanılabilir olduğu için ölümü pahasına yapmasıdır. Filmde, Mickey üzerinden kapitalizmin işçileri ve işçi haklarını nasıl hiçe saydığını, onları insan yerine koymadığını ve her koşulda “harcanılabilir” olarak gördüğü anlatılır. Mickey ise bunları kendine revâ görür ve her acı verici ölümünde kendini başka bir nedenden suçlayarak cezalandırıldığını düşünür. Bu şekilde bir savunma mekanizması oluşturup kendisine yapılan insanlık dışı davranışları mantıklı bir zemine oturtmaya çalışmaktadır. İçinde bulunduğu koşullarda hayatta kalmayı sürdürebilmek için bu savunma mekanizmalarını inşa etmesi, kendisine her ne kadar ayrı bir birey olarak davranılmasa da en insancıl özelliklerindendir Mickey’nin.
Bu noktada, kapitalizmin ayaklı temsili olan Kenneth Marshall (Mark Ruffalo) ve eşi Ylfa (Toni Collette) devreye girer. Henüz yeni seçim kaybetmiş bir politikacı olan Marshall, dünyadaki başarısızlığının acısını “Niflheim” adlı gezegene gidip orayı kolonize ederek çıkarmayı istemektedir. Açgözlülüğü, cahilliği ve vahşetiyle her sahnede seyircide bir rahatsızlık hissi oluşturmayı başaran Marshall’ın kapitalist imgesini Mickey’i insan olarak görmemesinde, emperyalist imgesini ise kolonize etmek için gittikleri gezegenin yerlileri olan bir çeşit uzaylı türü “Creeper”ların soyunu tüketmek istemesinde görebiliriz. Uzay gemisindeki herkes yemek stoğunun bitmemesi için belirli kaloride yemek yerken Marshall ve Ylfa krallar sofrası kurabilir; kutu gibi odalarda yaşayan diğer görevlilerin aksine geniş, saray gibi dekore edilmiş odalarda kalabilirler. Aralarındaki bu sınıf farkının yansımasını sinematografide ve renk paletinde de görebiliriz: Mickey’nin ve diğer çalışanların kaldığı odalar dar, soğuk mavi ve gri tonlarındayken Marshall’ın yatak odası sarı ve kırmızı tonlarındadır. Yine çalışanların giydiği üniformalar koyu mavi ve türevlerinden oluşurken Marshall ve Ylfa, sarı ve pembe gibi renkli giysiler giyer.

Marshall’ın bu farklı sınıf temsilini yalnızca Mickey üzerinden de görmeyiz. Gezegene iniş yaptıkları sırada keşif gezisine çıkan ekipten Jennifer’ın bir kaza sonucu ölmesinin ardından Marshall’ı, “Neden kıymetli, doğurgan dişi Jennifer öldü de sen ölmedin?” diye azarlarken izleriz. Marshall, işçileri nasıl kendisiyle aynı haklara sahip insanlar kategorisine koymuyorsa kadınları da ‘damızlık’tan öte bireyler olarak görmüyordur. Yine aynı şekilde, Kai karakterini akşam yemeğine çağırdığı sırada onu, Nilfheim’de kurmak istedikleri soy için doğurmaya çok uygun gördüğünü söyler. Marshall’ın kadın bedenini metalaştırması ve kadınları yalnızca doğurgan varlıklara indirgemesi, temsil ettiği düşüncelere çok da uzak değildir. Başka bir sahnede Marshall, çalışanlarını toplayıp verdiği motivasyon konuşmasında “Beyaz, üstün insanlarla dolu bir gezegen yaratma” düşüncesinden bahseder. Sonrasında Marshall’ı işaret parmaklarını kaldırarak selamlayan destekçilerinin hareketinin Nazi selamını andırması da Marshall’ın temsil ettiği düşünceyi iyice açığa kavuşturur.
Hikayenin ilerlemesi, Mickey’nin öldüğü sanılan sırada –fakat aslında Creeperlar tarafından kurtarılmıştır– yeni bir kopyası olan Mickey 18’in yazılmasıyla gerçekleşir. Aynı anda “çoğul” olarak var olmaları katiyen yasak olan bu kopyaların fark edilmesi hâlinde Mickey, anılarıyla birlikte tümüyle yok edilecektir. Kopyasına göre çok daha çekingen ve pasif kalan Mickey 17, kopyasını ilk başta yine “kendisi”nden ziyade bir başkası ve rakip olarak algılar. Mickey 17’nin, diğer kopyalarının aksine bu kopyasını yine kendisi kabul etmemesinin sebebi aynı anda var olmalarında yatıyordur. Ölüp ardından tekrardan hayata getirilen ve birbirini takip eden anılar yaratan diğer kopyaların aksine, Mickey 17 ve 18 aynı anda var olup farklı düşünceler üretiyor, farklı şeyler hissediyordur. Bu durum, Mickey’nin daha önce deneyimlemediği bir kimlik problemi yaşamasına sebep olur. Böylece hikayemiz, varoluş sancısı ve kimlik krizi gibi problemleri iki kopyanın birbirlerinin varlığına verdiği tepkiler üzerinden inceler.

Filmin önemli bir diğer unsurunu oluşturan Creeperlar ise Bong Joon Ho anlatısında önemli bir yer taşıyan insan-hayvan sevgisinin bir örneğidir. Mickey’nin onlarla iletişim kurabilmesinde, bebek Creeperlarının hayatının kurtulmasıyla gezegendeki insan soyunun kurtulmasında, tıpkı Okja’daki gibi sevilmeyen ve “öteki” görülene karşı bir sevgi vardır. Yönetmen, Creeperlar üzerinden aynı zamanda bir toprağa gelip yerlisine yabancı gibi davranmanın ortaya çıkaracağı müthiş zararı anlatır. Bu emperyalist düşünceyi yerle bir edecek şey, sevgi ve iletişim olur Mickey 17’de.
Filmin bu kadar sürükleyici olmasının altında hikayenin orijinalliği kadar, başta Pattinson olmak üzere oyuncuların başarılı performansları ve Darius Khondji’nin elinden çıkmış muhteşem sinematografisi de yatıyor. Çoğu sahnede doğaçlama yapmasının yanı sıra özellikle kopyaların beraber olduğu sahnelerde ikiliği ve farklılıklarını yansıtma konusunda Robert Pattinson, Poor Things’deki rolüne çok benzer bir şekilde seyircide rahatsızlık hissiyatını oluşturan Mark Ruffalo ve kadınların yalnızca “doğurganlıkları” ile tanımlandıkları bir evrende güçlülüğü ve duruşuyla öne çıkan bir ana karakter performansını başarıyla gerçekleştiren Naomi Ackie göze çarpıyor. Oyunculukların yanı sıra, çekimlerde CGI ile gerçek mekanları ortak kullanan yönetmen, günün sonunda sinematografisi muhteşem ve gerçekçi sahneler ortaya çıkarıyor. Öyle ki, Vanity Fair’e verdiği röportajda uzay gemisinin dışında geçen bazı sahneleri Cardington’da çektiklerini ve aşırı soğuk olduğu için film boyunca ağızlarından çıkan buharların gerçek olduğunu söylüyor Bong Joon Ho. Yine gezegenin beyaz kum görüntüsü de yere aşırı miktarda dökülen tuz ile sağlanmış.

Sürükleyici senaryosuyla, inanılmaz oyunculuklarıyla ve muhteşem görüntüleriyle Mickey 17, uzun zamandır yeni bir Bong Joon Ho filmi için beklemede olan sevenlerini fazlasıyla mutlu etti. Bizler bu hikayeye tanık olurken kendi kendine pek çok soru soran filmden geriye ise Mickey’nin devamlı duyduğu o cümle kaldı akıllarımızda: “What’s it like… dying?”



Yorumlar