top of page

Kültürlerarası Diyalogun Yolculuğu: Ang Lee Sineması

  • Yazarın fotoğrafı: Şevval Özbek
    Şevval Özbek
  • 11 dakika önce
  • 4 dakikada okunur

Göçmen yönetmenlerin filmleri birer sanat eseri olmalarının dışında yönetmenlerin kimlik arayışlarının, kültürel çatışmaların ve aidiyet mücadelelerinin birer aynasıdır. Ang Lee, sinemanın evrensel dilini bastırılmış gizli duygularla kavrayan ve kendi göç hikayesiyle yoğuran yönetmenlerden birisidir.  Ang Lee’nin hikayesi Tayvan’da başlayıp eğitim amaçlı göç ettiği Amerika’da devam eder. 


Filmlerinde çok kültürlü ve türler arası geçişlerle zenginleşen bir anlatım hakimdir; kimi zaman Uzak Doğu’da bir dövüş ustasının yolculuğuna, kimi zaman Amerika’nın batısında yaşayan iki kovboyun aşk hikayesine tanıklık ederiz. Sonrasında kendimizi Jane Austen’nın dünyasında bir İngiliz dönem filminde buluruz; yönetmenin tarzını tanıdığımızı sandığımız anda ise Pasifik Okyanusunun ortasında vahşi bir Bengal Kaplanı ile baş başa kalmış Hintli bir çocuğun hikayesine sürükleniriz. Göçmen yönetmen olması sayesinde başarıyla kullandığı tüm bu tür çeşitliliklerine rağmen Ang Lee’nin sinemasında değişmeyen şeyler vardır: sessizlik ve içsel gerilimle kurulan duygusal derinlik, aile, aidiyet ve kimlik meseleleri; şiirsel görsellik ve minimalist ama evrensel bir anlatım. Bu çeşitlilik ve yeniye olan ilgi, onun göçmen kimliği ve aidiyet arayışı ile de bağlantılıdır; türler arası geçişler, kimlikler arası sıkışmışlığın bir yansımasıdır.


ree


Köklerinden Perdeye


Ang Lee, dünyaya 1954’te Tayvan’da gelmiştir ve sinemaya olan ilgisini çocukluk yıllarında göstermiştir. Asıl deneyimlerini ise yükseköğrenim için göç ettiği Amerika’da edinmiştir. Tiyatro alanındaki lisans eğitiminden sonra ilk olarak oyunculuk ile ilgilenmiştir ancak İngilizce konuşurken yaşadığı zorluklar onu yönetmenlik yolculuğuna itmiştir. Lisansüstü eğitimi sırasında çektiği kısa filmler ile çeşitli ödüller kazanarak adından söz ettirmiştir. Mezuniyetinden sonra ajansların ilgisini çekse de ilk yıllarda fırsat yakalayamamıştır. Yaklaşık olarak altı sene işsiz kalmasına rağmen senaryolar yazmaya ve yeni fikirler üretmeye devam etmiştir. 


1990 yılında Çin Cumhuriyeti tarafından desteklenen yarışmalara Pushing Hands ve The Wedding Banquet isimli iki senaryosu ile katılan Lee, elde ettiği başarılarla sinema dünyasında görünürlük kazanır. Bu sürecin sonunda ilk uzun metraj filmi Pushing Hands'in yönetmenlik koltuğuna oturur ve bu filmle onlarca ödül alarak parlayan bir yıldız haline gelir. Ardından modern insana ve aile ilişkileriyle çatışmalarına değinen Eat Drink Man Woman filmini çekmek üzere Tayvan’a davet edilir. Bu film sayesinde ise üst üste iki kez Altın Küre ve Akademi Ödülleri'nde En İyi Yabancı Dilde Film adaylığı elde ederek uluslararası sinemada yerini sağlamlaştırır. 


ree

Lee, 1995 yılında Jane Austen’ın aynı adlı romanından uyarlanan İngiliz klasiği Sense and Sensibility’yi yönetir ve uyarlama yazımı konusundaki başarısıyla övgü toplar. Ardından The Ice Storm ve Ride with the Devil filmleriyle hem genel izleyicinin hem de eleştirmenlerin ilgisini toplamaya devam eder.  2000 yılında ise çocukluk hayalini gerçekleştirerek Çin dövüş sanatlarına duyduğu merakı Crouching Tiger, Hidden Dragon ile beyazperdeye taşır. Dünya çapında büyük beğeni toplayan film, pek çok ülkede o yılın en çok hasılat yapan yabancı filmi olur. Ang Lee’nin filmografisi, göçmenliğinden kaynaklanan yabancılaşma, toplumsal baskı ve ait olma arzusu arasında gidip gelen bir çizgide ilerler. 2005 yılında yayımlanan ve çok ses getiren Brokeback Mountain’da bu temalar doğrudan işlenmese de karakterlerin hem kendi içlerinde hem de toplumun dayattığı sınırlarla sürekli olarak çatışma halinde olduğunu görürüz. Filmdeki ‘ev’ arayışını aslında insanın nerede olursa olsun, ait olacağı bir yer ve anlaşılacağı bir dil aramasının sinemasal bir yansımasıdır.


Sense and Sensibility:


Ang Lee’nin 1995 yapımı Sense and Sensibility’den uyarlanan ve Jane Austen’ın İngiliz sosyetesini ve dönemin toplumsal normlarını oldukça detaylı ve incelikli bir biçimde beyazperdeye aktarır. Film, 2 kız kardeş üzerinden kadınların aşk, aile ve sosyal hayatlarına odaklanırken Lee karakterlerin en derinlerindeki duyguları minimal ama etkili görsel anlatımı ile gözler önüne serer. Her sahnede derinlemesine işlenmiş duygusal ton kalplere dokunurken, yönetmenin oyuncu ve mekân seçimleri sayesinde Austen’ın toplumsal gözlemleri gerçek hayatta betimlenerek hayat bulur; özellikle Emma Thompson’ın incelikli oyunculuğu ve İngiltere kırsalının dingin atmosferi bu duygusal yoğunluğu daha da derinleştirir.


ree

Lee, filmi uyarlarken İngiliz sosyetesi ruhunu başarıyla korumasının yanında günümüz izleyicisinin o dönemin insanıyla bağ kurmasında da başarılı olmuştur. Hikayede yer alan beklentiler, kırılmalar, duygular, aile bağları, aşk hikayeleri ve çatışmalar Lee'nin sinemasında sıklıkla görülen kendini keşfetme ve toplumsal baskı temaları ile benzerlik oluşturur. Özellikle Elinor’un mantık, etik ve toplumsal kurallara bağlı, Marianne’in ise duygularının peşinden giden içgüdüsel hareket eden karakter yapıları, bireyin iç dünyasıyla toplumun beklentileri arasındaki çatışmayı görünür kılar; böylece film, “kendin olma” mücadelesini ve duyguların bastırılması ile gelen içsel sıkışmayı incelikle işler. Son olarak, filmdeki ayrıntılı ve derinlemesine oluşturulmuş kostümler ve mekanlar, karakterlerin duygusal dünyalarını şiirsel şekilde yansıtır; böylelikle izleyici dönemin atmosferine ve karakterlerin içsel yolculuklarına rahatlıkla dahil olabilir. Örneğin, Dashwood kardeşlerin sade kıyafetleri ile yüksek sınıftan karakterlerin gösterişli giyimleri arasındaki tezat, sınıfsal farkların yanı sıra karakterlerin içsel dünyalarındaki sadeleşme ve gösteriş arasındaki çatışmayı da simgeler.


Brokeback Mountain:


Ang Lee’nin 2005 yapımı Brokeback Mountain filmi; aşk, arkadaşlık, kimlik gibi temaları Amerika kültürü üzerinden incelikle işler. Film boyunca iki kovboyun birbirlerine duydukları aşk üzerinden kimlik kabullenme çatışması ve bu imkansız ilişkinin toplumsal ve bireysel bağlamda yaşamlarındaki etkilerini ele alır. Karakterin içsel çatışmaları ve bastırılmış duygularını mekan seçimlerinde öncelenen doğa manzaraları ve engin ufuk sayesinde sessiz sahneler sayesinde aktarır. Filmdeki duygusal derinlik, izleyiciyi karakterlerin yalnızlık ve aidiyet arayışı ile yüzleştirir.


ree

Ang Lee, karakterlerin toplumun karakterlere dayattığı normlar ve kendi arzuları arasında yaşadıkları çatışmayı evrensel bir dille sunar. Bu çatışma özellikle Ennis’in iç dünyasında, hem toplumsal baskı hem de bastırılmış duygular arasında gidip gelen bir varoluş mücadelesine dönüşür. Filmdeki çatışmalar sonucunda ‘ev’ kavramı, fiziksel bir dört duvar arasında değil de daha çok kişinin anlaşıldığı ve ait hissettiğin ilişkilere dönüşür; Ennis’in Jack’le geçirdiği kısa ama anlamlı anlar onun için ev sembolü haline gelir. Böylelikle Lee, aşkın ve kimlik mücadelesinin zamansız ve mekânsız yönünü sinematik bir dille gözler önüne serer.


Sonuç olarak Ang Lee, sinemayı kültürler ve duygular arasında bir köprüye dönüştürür. Kendi bireysel göçmenlik deneyiminden de beslenerek aidiyet, kimlik ve bastırılmış duygular temasını evrensel bir dille işler. Şiirsel anlatımı ile izleyiciyi kültürel sınırların ötesinde insana dair bir yolculuğa davet eder.


Yorumlar


  • Grey Twitter Icon
  • Grey Instagram Icon

© 2020 by BÜ(S)K

Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü

bottom of page