Von Trier Sinemasında Kuş Bakışıyla Amerika Tasviri: Dogville ve Dancer in the Dark
- Ecem Erfidan
- 23 dakika önce
- 5 dakikada okunur
Danimarkalı ünlü yönetmen Lars von Trier, filmlerinde başarılı bir şekilde Amerika’yı tasvir eder. Özellikle Dogville ve Dancer in the Dark Trier’in Amerika’yı ve Amerika’da göçmen olmayı en iyi resmettiği ve Amerika alegorisini en açık şekilde görebildiğimiz filmleridir. Trier Amerika’yı ustalıkla betimlemesine karşın daha önce hiç Amerika’ya ayak basmamıştır. Bunun sebebi kendisinin uçak fobisidir fakat uçak fobisi filmlerinin bu kadar etkileyici olmasına vesile olmuştur. Amerika’yı yalnızca dünyanın geriye kalanına servis edildiği şekilde görmüş, görece imtiyazlı bir Danimarka vatandaşı olması kendisine Amerika’yı kuş bakışı inceleme fırsatı yaratmıştır.
Dancer in the Dark
Dancer in the Dark Amerika’da geçen bir hikaye olmasına karşın filmin çoğunluğu Danimarka’da, çeşitli dış sahneleri ise İsveç ve Almanya’da çekilmiştir. Trier; Amerika’yı bir mit, bir imge, bir fikir olarak inşa eder böylece İskandinavya’da küçük bir 60’lar “Amerika”sı yaratmayı başarır.
Dancer in the Dark, dejeneratif göz hastalığına sahip ve gün geçtikçe kör olmaya yaklaşan Çekoslovakyalı göçmen anne Selma’nın, kendisiyle aynı kaderi paylaşan oğlunun operasyonu için Amerika’da para biriktirmeye çalışmasını konu edinir. Aynı Trier gibi Selma da Amerika’yı bir Avrupalının perspektifinden kalay tenekelerde servis edilen çikolatalar ve Hollywood müzikalleri üzerinden tanımıştır.
Şeker kaplamalarla servis edilen ‘Amerikan rüyası’nın zirvesi olan ve hikayenin kötü karakteri Bill, aslında bu fenomenin ikiyüzlülüğünü gösterir. Amerikalı bir polis memuru olan Bill, filmin başında Selma’ya karşı korumacı ve babacan bir tutum sergiler. Selma’nın dejeneratif hastalığını ve bunun Selma’nın oğluna da aktarıldığını öğrenir ve kendi sırrını, yani saygın ve orta direk bir polis memuru imajına karşın ciddi bir ekonomik sıkıntıda olduğunu ve maaşının evin giderlerini karşılamaya yetmediğini Selma ile paylaşır. Hikayede olayların kızışmaya başladığı nokta da budur.. Selma’nın oğlunun ameliyatı için biriktirdiği parayı öğrenmesiyle beraber Bill, Selma’nın görme kaybını suistimal ederek Selma’ya ihanet eder ve onun parasını zorla alır. Bu durum, aslında Amerikan rüyasının büyük bir yapıtaşı olan “yeterince çalışırsan zengin olabilirsin” klişesinin gerçeklikten uzaklığını ve çalışmayla doğru orantılı olan refah vaadinin her kesim için gerçek olmadığınıi gösterir.

Selma’nın fabrikada uzun saatler boyunca ve gece nöbetlerinde çalışarak kazandığı para, oğluna bir bisiklet almaya bile yetmez. Bu yetmezmiş gibi Bill’in Selma’nın parasını alıkoymasıyla, fabrikada kazandığı bu düşük maaşın bile kendisine ait olamadığını görürüz. Açgözlülüğüden dolayı Selma’yı suistimal etmesiyle, seyircinin Bill’e ve dolayısıyla temsil ettiği Amerikan rüyasına karşı olan tutumu değişir. Bill artık kalay tenekelerde servis edilen çikolataları ve Hollywood müzikallerini değil, Amerikan orta sınıfının ahlaki çöküşünü ve Amerika’yla ilgili yanlış olan her şeyi temsil etmektedir. Selma’nın gözünde Amerikan rüyasının vaatleri ve Amerikan kurumlarının acımasızlığının çelişkisi artık oldukça barizdir.
Hikayedeki büyük kriz, Selma ile Bill’in ettiği kavgada Selma’nın Bill’i öldürmek durumunda kalmasıyla başlar. Selma’nın Bill’i öldürmek zorunda bırakılması, bireyin hayatta kalmak için otoriteyi ihlal ettiği anda sistem tarafından yok edilmesinin göstergesidir. Bu krizle beraber Selma, Amerikan adalet sisteminin acımasızlığıyla karşı karşıya kalır. Göçmen olması sebebiyle sistem Selma’ya karşı kördür ve haksız bir şekilde idam cezasına mahkum edilirHikayenin başından itibaren çatırdayan Amerikan rüyası, artık tamamen parçalanmış durumdadır. Otoritenin güven yerine ihanet ürettiği bir tablo ortaya çıkar. Hayalperest yapısıyla ve Amerikan müzikallerine olan tutkusuyla öne çıkan Selma köle düzeninde çalıştırıldığı fabrikadaki hayatından yalnızca müzikal tutkusu ile kaçış yolu bulabilir.

Selma fabrikada çalışırken makinelerin mekanik seslerinden kendince bir ritim oluşturduğunda müzikal bir sahne başlar. Bu sahne başlı başına Amerikan endüstrisinin ritmiyle Hollywood müziğini ironik bir şekilde birleştirir ve bize Amerikan rüyasının tezatlığını gösterir. Başlarda Selma’nın hayalci yapısını vurgulayan optimistik müzikal sahneleri, Selma’nın kaderi değiştikçe içinde bulunduğu durumu yansıtmaya başlar. Hollywood müzikallerinin iyimser ve renkli dünyası böylece alaşağı edilir ve yerini Selma’nın da gerçekliği olan karamsar Amerika alır. Filmin başlangıcında Selma’nın yaşadığı acıdan kaçış noktasını temsil eden ve Selma için bir ‘hayal dünyası’ çizen müzikal sahneler, hikaye Selma’nın acılı kaderini göstermeye başladıkça Selma’nın karanlık gerçekliği tarafından boğulmaya başlar.
Ve Trier bizi alışılagelmiş Amerikan müzikalinin iyimser, iyileştirici mutlu sonundan koparıp gerçek, acımasız sonla, Selma’nın darağacında sahnelediği son ağıt ile kavuşturur. Böylece müzikal türü bir anti-müzikale dönüşmüş olur.
Dogville
Trier, Dancer in the Dark’ta nasıl İskandinavya’da dış çekimlerle minik bir Amerika yaratmayı başarmışsa aynısını İsveç’te kireçlerle çizilen planlarla kurulmuş boş bir tiyatro setinde, Dogville’de yapmıştır. Dogville’in tiyatro estetiği, Lars von Trier’in izleyiciyi bilinçli bir şekilde ‘hikâyeden uzak tutarak’ ahlaki, politik ve sosyolojik bir analiz yapmaya zorlamasının aracıdır. Bunu yaparken ayrıca izleyiciyi olay akışından kopararak hikayeyi sorgulamaya iten Brechtyen tiyatrosunun bir tekniği olan dış sesi de kullanmıştır. Trier seyircinin kendisini hikayeye kaptırıp duygusal bir katarsis yaşamasını değil, soğukkanlı bir şekilde Dogville’i analiz edip çıkarım yapmasını ister. Filmin tamamen boş bir mekanda geçmesi, elbette bir tesadüf değildir. Dogville’in boş tiyatro sahnesi, Trier’in Amerika’yı bir coğrafya değil, soyut bir zihniyet olarak ele aldığının ve Dogville’in özel bir kasaba olmadığının, toplamı Amerika’yı oluşturan kasabaların hepsini temsil ettiğinin göstergesidir.
Trier, çoğu zaman Amerika diyince aklımıza gelen küçük kasabalı banliyö yapısını soyutlamış, yerine her yere yayılabilen, kompakt ve seyyar bir Amerika modeli çizmiştir ve bu “tıkır tıkır işleyen” Amerika modelinin tam ortasına ana karakterimiz Grace’i yerleştirmiştir. Dogville’in Grace’i, aynı Selma gibi dışarıdan gelen savunmasız bir yabancıdır. Kasaba halkı bu savunmasız genç kadına başta “küçük işleri”nde Grace’in onlara yardımcı olması şartıyla misafirperver davranır fakat gerçek mahiyetlerini vakit ilerledikçe göstereceklerdir. Bahsettikleri “küçük işler” de artık pek küçük olmayacaktır.
Kasaba halkının değişen tutumu başlı başına Amerika’da göçmenlere karşı gerçek bir hoşgörü atmosferinin bulunmadığını ve Amerikan toplumunun bütün bileşenleriyle kendilerinden farklı olanlara zulmetmekten başka bir şey yapmadığını göstermektedir. Bu yönüyle Dogville dışarıdan bakılınca popülasyonu ve büyüklüğüyle Amerika’dan cımbızla çekilmiş minik bir kasaba gibi görünse de aslında filmde Amerika’nın minyatürü rolündedir. Trier, Amerika’yı izleyiciye bir köy ölçeğinde göstererek bir ulusal kimlikten ziyade evrenselleşmiş bir sömürü sistemine dikkat çeker.

Kasaba halkının Grace’e olan tutumu vakit geçtikçe şiddete meyilli bir hal alır. Açıklanmayan sebeplerden ötürü polis Dogville’e Grace’i aramaya gelince kasaba halkı Grace’in onlar için yarattığı risk sebebiyle artık Grace’in daha fazla çalışıp daha az maaş alması gerektiğine karar verir. Grace’in koşulları gittikçe zorlaşır ve artık kasaba için bir seks kölesi olmaya başlar. Grace’e tasma takılır ve her gece kasaba halkı tarafından tecavüz edilir. Grace köle gibi çalıştırılır, aşağılanır ve bütün varlığı sömürülür. Kasaba halkının ikiyüzlü misafirperverliği, Amerika’nın göçmenlere ve yabancılara sunduğu sahte hoşgörünün sinematik bir temsili haline gelir. Grace’in kasabada yaşadığı zulüm, Amerikan değerlerinin koşullu ve çıkar odaklı olduğuna dair bir alegoridir. Bu durumdan anlayabiliriz ki Amerika’daki “göçmenlere hoşgörü” miti oldukça koşulludur ve göçmen, yerli halkın işine yaradığı derecede hoşgörüye layıktır. Grace’in hikayesi Amerikan tarihinde göçmenlik, kölelik ve sınıfsal sömürünün bir minyatürüdür.
Dogville ayrıca Amerikan kültürününe derinden entegre olmuş olan Hristiyanlığın başlıca doktrinlerini de eleştirir. Hristiyanlığın beraberinde getirdiği ahlaki sistemi -çalışkanlık, tanrı korkusu, aile düzeni- kabullenmiş gibi görünen Dogville, aslında bunların tezatında Grace’i sistematik olarak sömürür. Grace bu hikayedeki sınırsız affediciliği, masumiyeti ve merhametiyle bir mesih/kurban figürü görevini görür. Trier, bu affediciliği ironik biçimde ahlaki yozlaşmaya alan açan bir güç olarak gösterir: Kasaba, Grace’in iyiliğini sömürerek kötülüğünü büyütür. Grace’in gangster bağlantılı, güçlü ve tüm olaylara dışarıdan bakan babası ise hikayede tanrı figürüdür. Filmin sonunda Grace’in intikamı ise aslında Hristiyan doktrininin önemli bir parçası olan “öteki yanağını çevir” ilkesinin terkini vurgular. Trier, Dogville’de Hristiyanlık adına içselleştirilmiş “merhamet, sabır, affedicilik” gibi erdemlerin; güç, çıkar ve toplumsal düzen bozulduğunda kötülüğün üretim mekanizmasına dönüştüğünü gösterir.

Kasaba halkının önce yardım eden, sonra şiddete başvuran tavrı güç dinamiklerinin değişmesiyle birlikte ahlakın hızla çökebileceğini gösterir. Trier, Amerika’yı eleştirirken aslında insan doğasının çıkar odaklı, korku temelli ve güce boyun eğen yönlerini ifşa eder; bu açıdan Dogville, hem yerel hem de evrensel bir ahlaki eleştiridir. Fakat bu düzen, karşısında Grace’in intikamını bulur. Grace’in kasaba halkını öldürmesi ve kasabayı yok edişi, adaletin tükendiği yerde şiddetin son söz söyleme aracı haline geldiğini ve adaletsiz bir sistemin ancak kendisini doğuran şiddetle son bulabileceğini gösterir.
Dogville ve Dancer in the Dark’ta Amerika’nın eleştirisi, Amerikan kültürünün içine işlenmiş türler olan müzikal ve gangster üzerinden yapılır. Trier, Dancer in the Dark’ta bir göçmenin bireysel trajedisi üzerinden Amerika’yı eleştirirken, Dogville’de ise Amerika’yı toplumsal bir model haline getirip ahlaki olarak eleştirir. Bu ikisini yan yana koyduğumuzda aslında Trier’in Amerika tasvirini bir bütün halinde kavramış oluruz. Amerika, Trier için yabancıya umut vadeden fakat sonunda onu kendi çıkarları için sömüren ve harcayan bir düzendir.
Yorumlar