top of page
  • Nazlıcan Doğan

Varşova Bloklarında Evrensel Hikayeler: Dekalog

Güncelleme tarihi: 1 May 2020

Krzysztof Kieslowski’nin senarist dostu Krzysztof Marek Piesiewicz’in önerisi üzerine, Museviliğin esaslarını oluşturan On Emir’den esinlenerek ele aldığı on ayrı filmden oluşur Dekalog. 1988’te Polonya televizyonunda yayınlanmaya başlayan film dizisi, bir din öğretisinden yola çıkmasına rağmen gerek insani duyguları en yalın haliyle ele alışıyla, gerekse dönemin siyasi durumundan bilinçli olarak uzak tutulmasıyla evrensel nitelik taşır. Bu bağlamda Dekaloglar, On Emir’in her birini eleştirel bir bakışla incelerken kendi içsel hesaplaşmalarımızla yüzleşmemize de öncü oluyor. Kimi zaman içimizin en tenha yerinde sakladığımız arzulara, kimi zaman yüzleşmekten kaçındığımız vicdanımıza rastlıyoruz bölümlerde. Her bölümde görünen ancak hiçbir bölümde özne konumunda bulunmayan Dekalog meleği de bana filmin bu içselleştirilebilir yanını anımsatıyor. Çoğu bölümde kişi, kendinin ve başkalarının hayatını derinden etkileyecek o kararı vermek üzereyken görürüz Dekalog meleğini. Her bölümde yabancıdır ama farklı kimliklerle hep oradadır. İnananlar için bir tanrı figürüdür melek, inanmayanlar içinse kendi tanrılarını yaratmaları gerektiğini hatırlatan gizemli bir yabancı.

Her biri yaklaşık ellişer dakikadan oluşan bölümlerde Varşova’da aynı bloklarda yaşayan insanların hayatlarına ve ahlaki ikilemlerine şahit olduğumuz serinin bir bölümünde de dile getirildiği gibi “İçinde insanlar yaşadığı sürece her ev ilginçtir.” Bu evlerde geçen hikâyelerin her biri ustaca hazırlanan dramatik kurgusuyla birer Kieslowski klasiği.



DEKALOG JEDEN

“Kendin için oyma put ve suret yapmayacaksın.”

Serinin ilk filmi, hayatın her alanında olabilecek gelişmelerin olasılıklarla hesaplanabileceğine inanan pozitivist Krzysztof ile ölümü merak eden ve sorgulayan küçük oğlu Pawel üzerinden gelişen bir hikayeye odaklanıyor. Üniversitede hoca olan Krzystof, oğlu Pawel ile beraber yaşar Dekalogların geçtiği bloklardaki bir dairede. Evlerindeki bilgisayarda basit programlamalar yaptıklarını ve her seferinde doğru sonuca ulaştıklarını görürüz. Bilim onlara aradıkları cevabı her seferinde doğru olarak verecektir. Pawel, filmin açılış sahnesindeki ölü köpeği görmesinin üzerine ölümü anlamaya çalışır ve babasına sorar: “Ölüm neden olur?”. Krzysztof, kalp krizi, kaza, yaşlılık gibi çeşitli sebepleri olabileceğini söyler. Oğlunun ölünce ne olacağıyla ve ölüm ilanlarının neden gazetede yer aldığıyla ilgili sorularına da benzer düzeyde bilimsel yanıtlar verir. Pawel, geriye ne kaldığını sorduğunda, babasının yüz ifadesindeki belirgin değişim şüphe ile ilişkilendirilebilir. Çünkü bu soruya verdiği öznel cevabında-geriye anıların kaldığını söyler- bilimsellikten uzak düşmüştür. Krzystof, tüm bunları neden merak ettiğini sorarak tek taraflı sorguyu böler. Pawel tüm masumiyetiyle birçok izleyicinin aklına kazınan o cevabı verir: “Hiç, sadece soruların cevabını bulduğumda mutlu oluyorum. Bir de güvercinler ekmek kırıntılarına geldiğinde mutlu oluyorum.” Pawel, her ne kadar cevapların onu mutlu ettiğini söylese de bu kez ona soruları sorduran ölümünden dolayı mutsuzluk duyduğu köpektir. Bu yoğun diyalogdan sonra Pawel’i epey dindar bir Katolik olan halasıyla beraber sıradan bir gününde görürüz. Halasına, babasıyla nasıl bu kadar farklı düştüklerini sorar Pawel.“Babanın hayatı çok mantıklı olabilir ama Tanrı’nın kurallarını çiğniyor.”

Pawel annesinin hediye ettiği patenlerle buz tutmuş göl üzerinde kaymaya gitmek ister. Babasının hesaplarına göre buzun kırılması imkansızdır ve izin verir oğluna. Ancak bir evsizin birkaç günlüğüne buz üzerinde kamp kurabileceğini hesaba katamaz ve oğlunu kaybeder. Krzystof’u son olarak kilisede görürüz. Oğlunu kaybetmenin acısıyla Tanrı’ya yönelen öfkeli bir baba ya da oğlunun ölümüne şahit olan bir Tanrı figürüne sığınan yine oğlunu kaybetmiş bir baba… Film, iki şekilde de okunabilecek bir sonla biter.


DEKALOG DWA

“Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın.”

Temel felsefesinde modern insanın ahlaki çelişkilerine yer veren Dekaloglarda On Emir’i gündelik hayattaki açmazlarla sorgular Kieslowski. Senfoni orkestrasında keman çalan Dorota da en doğru kararı verebilmek için uğraş verdiği bir ikilem içindedir. Çok sevdiği kocası hastanede ölümle pençeleşirken, bir o kadar sevdiği sevgilisinden hamile kalmıştır. Bu, çocuk sahibi olmak için de tek şansıdır. Öte yandan sevgilisi, çocuğu aldırırsa ve kocası da iyileşirse Dorota’ya hayatında yer veremeyeceğini söyler. Ne yapacağını bilemez halde aynı zamanda komşuları olan ve kocasıyla ilgilenen doktora danışır. Yanlış bir karar vermemek için kesin tıbbi cevaplara ihtiyaç duyar. Doktor, her seferinde bunun mümkün olmadığını söylemektedir. İlk filmdeki kahramanın aksine olasılık ne kadar yüksek olursa olsun, küçük ihtimallerin de var olduğunu ve göz ardı edilmemesi gerektiğini savunur. Her ne kadar Dorota’nın hikâyesini izlesek de zaman geçtikçe anlarız: Bu karar aslında doktora bağlıdır. Dorota, bir hastane ziyaretinde doktordan bu sefer söylediklerinin kesinliğinden emin olmak için yemin etmesini ister. Filmin ilişkilendirildiği emirle karşı karşıya kalan da yine yaşlı doktordur. Doktor kendi hayatında çok büyük kayıplar vermiştir. Kadının hayatına yön verecek karar onun sözlerine bağlıyken o, olabilecek en ılımlı yanıtı vermeye uğraşmaktadır. Nitekim öyle de olur. Filmin başlarında Dorota, kocasını ziyarete geldiği bir seferde reçel bırakmıştır onun yanı başına. Uzunca bir aradan sonra kavanozu tekrar görürüz, içinden çıkmaya çalışan karınca bize kocasının iyileşeceğini müjdeler adeta. Kocası iyileşir ve Dorota bebeği aldırmaz. Dorota, tüm bunların-hem de oldukça edilgen bir rolle-gerçekleşmesini sağlayan doktora teşekkür eder. Dorota, olası en iyi sonla çıkmıştır içinde bulunduğu ikilemden. Ve bir kez daha bilimsel kesinliğin, hayatın kendini var etme güdüsüne karşı yetersiz kaldığını gösterir Kieslowski.


DEKALOG TRZY

“Altı gün çalışacak, bir günü ailenle beraber geçireceksin.”

Ewa’nın bir Noel gecesi yalnızlığını geçici de olsa gidermek için kurguladığı yalanlarla örülü oyuna eski sevgilisi Jnusz’u da dahil etmesiyle başlar gece boyu sürecek yolculuk. Tek istediği gün doğana kadar Jnusz’un yanında kalmasıdır. Sözde beraber olduğu adam ortalıklarda yoktur ve kaybolan sevgilisini bulmak için Jnusz’dan yardım ister. Jnusz ailesiyle beraber geçirdiği akşamı askıya alıp bir bahaneyle Ewa’nın yanına gelir.

Aslında Ewa’nın eşi Edward aldatıldığını öğrendiği gün onu terk etmiştir yıllar önce. Gece boyu birbirini takip eden yalanlara karlı yollardan hastanelere, tren garlarından morga sürüklenirler. Gece sürüklendikçe birbirlerine itirafları derinleşir ve sonunda Ewa, yalanlarını itiraf eder. Ancak Jnusz çoktan fark etmiştir olanları. Tüm geceyi bir hiç uğruna ailesinden uzakta geçirmenin pişmanlığıyla, peki ya o gelmeseydi ne olacağını sorar. Ewa, sakladığı tüm gerçekleri itiraf etmiştir artık. Son olarak cebinde sakladığı hapları da gösterir Jnusz’a. Ya ona ya da ölüme teslim olmak istediğini tüm çaresizliğiyle gösterir eski sevgilisine. Nitekim Ewa sabaha kadar Jnusz’la beraber olmayı başarmıştır. Jnusz, eve döndüğünde her şeyin kaldığı yerden devam etmesini ister. Oysa eşi aldatıldığının farkındadır. Film, asıl aldananın aldatan olduğunu tekrar gösterir.

Kieslowski’nin, Jnusz ile serinin ilk filminden tanıdığımız Kryzstof’un karşılaşmasına da yer verdiği film, renk kullanımı olarak da serinin altıncı filmiyle güçlü benzerlikler taşıyor. Ek olarak, Kieslowski’nin Dekaloglardan sonra çekeceği Renk Üçlemesi’nin son filmi olan Red’de de bu filmdeki kullanıma benzer olarak kırmızı ve beyaz tonlar kullanıldığını söylemekte yarar var.


DEKALOG CZTERY

“Annene ve babana hürmet edeceksin.”

İlk üç bölümden alışkın olduğumuz şekilde karakterleri günlük hayatları içinde tanıyarak başlarız serinin dördüncü filmini izlemeye. Anka, annesini tanıma fırsatı bulamayacak kadar küçük yaşta kaybetmiş, tiyatro eğitimi gören hayat dolu genç bir kızdır. Babasıyla beraber yaşayan Anka’nın ona olan tutkulu sevgisini babası seyahate çıkmadan önce vedalaştıkları zaman, babası evde yokken huzursuzlaştığı anlarda ve birçok sahnede daha görmek mümkün. Ancak bu baba-kız ilişkisi yoğun bağlılık içeren bir ebeveyn-çocuk ilişkisinden uzak, şehvetle yakından ilişkili bir yerde resmedilir filmin ilk sahnelerinden itibaren. Babası seyahatteyken Anka, annesinin ona bıraktığı mektubu bulur ve bir süre okumakla okumamak arasında tereddüt yaşar. Mektubu okumadığı halde okuduğunu öne sürerek gerçek babasının o olmadığını söyler Micheal’a.Micheal’ın bu durumu oldukça soğukkanlı karşılaması karmaşık duygularını açıklar niteliktedir. Kendilerine dahi itiraf edemedikleri gerçekle yüzleşmelerinin ardından ilişkilerine dair derin sorgulamalara başlarlar. Aralarındaki alışılagelmiş normlara sığamayan sevgi, o mektubu okumadan yaktıracak kadar güçlüdür.



DEKALOG PİEC

“Öldürmeyeceksin.”

Dekalog serisinin belki de en güçlü anlatılarından birini barındıran film, Öldürmek Üzerine Bir Film adlı Kieslowski filminin daha kısa bir versiyonu. Film, sonradan Jacek’in avukatı olduğunu anlayacağımız Pier’in savunmasıyla açılır: “Ceza intikamdır. Özellikle zarar vermeyi amaçlayan cezalar suçu önlemiyorsa yasalar kimin için intikam alıyor? Masumlar adına mı? Masumlar mı kanunları yapıyor?”

Jacek, hayata karşı nefret ve öfke dolu, hayattan kopuk aylak bir gençtir. Bir cinayet işlemeyi kafasına koymadan önce sebepsiz yere işlediği suçları görürüz. Sadece küçük kız çocuklarına merhametle yaklaşmaktadır. Bunun nedeni Jacek’in bir fotoğrafı büyütmek için gittiği fotoğrafçı ziyaretinde açığa çıkacaktır. Yıllar önce kız kardeşini kaybeden Jacek, fotoğrafçıya yönelttiği “Fotoğraflara bakarak bir insanın hayatta olup olmadığını bilebilir misiniz?” sorusuyla yumuşak karnını gösterir. Öte yandan öldürdüğü taksi şoförünü ise iş etiğinden yoksun, yolcularını kafasına göre seçen hatta bazı yolcularını karda ıssız bir yolda bırakabilecek kadar acımasız bir adam olarak tanırız filmin başından beri. İki karakterin de toplumsal ve insani değerlere uzak olan portreleri çizilmiştir. Yolları kesiştiğindeyse, Jacek kafasına koyduğunu yapar. Taksi şoförünün boynuna doladığı iple vahşice ve uzun süren bir cinayet işler. Avukatın güçlü savunmasına ve tüm çabalarına rağmen idam cezasına çarptırılır. Filmde Jacek’in işlediği cinayetten çok onun idamıdır akıllarda kalan. Hatta öyle ki filmden sonra Polonya’da idam cezaları 5 yıl ertelenmiş. Ölümün yasalara göre haklı sebepleri olsa bile dehşetin boyutu eksilmez. İdam edilmeden önce belki kız kardeşi ölmeseydi böyle olmayacağını düşünen çaresiz genç adamın, ipe götürülmeden önce son bir sigara isteyen idam mahkûmunun şahsiyeti bize bir suçlunun insani yönünün hala var olduğunu derinden hissettirir. Sonunda, “Öldürmeyeceksin,” emrinin Jacek değil, Jacek’e rağmen hukuk sistemi üzerinden sorgulandığını söyleyebiliriz.


DEKALOG SZESC

“Zina etmeyeceksin.”

Kırmızı ve beyaz yoğunluklu renk kullanımının göze çarptığı filmde ilk tanıdığımız karakter, penceresinden dürbünle gözetlediği Madga’ya aşık olan genç Tomek’tir. Saplantılı şekilde bağlı olduğu Madga ise aşka inancı olmayan ve yalnız yaşayan modern bir şehir kadınıdır. Tomek, rutin bir gününde gündüzleri postanede çalışan, geceleri karşı blokta oturan Magda’yı izleyen bir gençtir. Ancak Magda’yı yalnız akşam sekizden sonra görebilmek ona yetmez. Ona karşı öyle güçlü bir tutku beslemektedir ki arzusu geceye sığamaz, gündüzleri de onu görebilmek için birtakım bahanelerle Magda’nın postaneye gelmesini sağlar. Tanışmaları da bu vesileyle olur. Tanıştıklarında onu uzun zamandır izlediğini ve sevdiğini itiraf eder Tomek. O gece Magda, Tomek’i evine davet eder. Tomek, âşık olduğu kadının başka erkeklere beraber olduğunu gördüğü yatağın yanı başındadır şimdi. Magda’nın sorduğu tüm sorulara dürüstçe cevap verir Tomek. Onun karşısında gerçekten çıplaktır artık ve Magda’ya gerçekten dokunur. Ancak Magda’nın, Tomek’in duygularını küçümsemesi ve aşkı sadece seksle ilişkilendirip hor görmesiyle Tomek’in dünyası başına yıkılır. Magda, genç oğlanın duygularıyla alay edip onla oyun oynayarak femme fetale kimliğiyle çıkar karşımıza. Tomek, yaşadığı hayal kırıklığıyla apar topar evine döner. Ve o gece evine döner dönmez bileklerini keserek intihara kalkışır. Magda, sebep olduğu durumu öğrendiğinde tarifsiz bir suçluluk hisseder ve Tomek’in evine gider. Tomek’in iç dünyasını anlamaya başlamasıyla, kendisini gözetlediği evin içini dolaştığı sahneler paralel ilerler. Tomek ise hastanede onu ziyarete gelen Magda’ya artık onu gözlemediğini söyler.

Ek olarak, Kieslowski’nin bu bölümü sinemaya aktardığı Aşk Üzerine Bir Film, ufak değişiklikler olmasına rağmen, aşk temasını işleyişi ve saf duyguları kendine has yalın üslubuyla aktarması bakımından oldukça benzer özellikler gösteren çok güçlü bir başyapıt.


DEKALOG SİEDEM

“Çalmayacaksın.”

Dekalog’un önceki bölümlerden alışkın olduğumuz, Varşova’nın boğucu kış sabahında ve kasvetli apartman bloklarında başlayan serinin yedinci filminin açılışında küçük bir kız çocuğunun -Ania’nın- çığlıklarını duyarız. Majka henüz çok gençken lisedeki öğretmenine âşık olur ve bu ilişkiden kızı Ania dünyaya gelir. Ancak Majka’nın doğumundan sonra çocuk sahibi olamayan Ewa’nın hem bu olayın duyulmasını önlemek, hem de annelik ihtiyacını Ania üzerinden gidermek istemesi yüzünden çocuğun ebeveynliğini Majka’nın annesi ve babası üstlenir. Böylelikle Ania anneannesini ve dedesini ailesi sanarak büyür. Ania 6 yaşına geldiğinde Majka kimlik arayışından sıyrılmaya başlamıştır ve tüm benliğiyle kızına annelik yapmak ister. Kızını kaçırıp eski öğretmeninin, yani Ania’nın babasının yanına gider. Öğretmeninin soruları üzerine Majka’dan şunu duyarız: “Kendine ait olanı çalabilir misin?”. Filmin en çarpıcı diyaloglarından birini barındıran bu sahne, filmin aidiyet ve çalma olgularını ustaca sorgulatışını özetler niteliktedir. Majka kendine ait olanı geri alma arzusuyla kızını da alıp kaçmaya çalışmaktadır ve kendince haklıdır. Öte yandan Ewa, çocuğunu ve ona bahşedilen annelik hakkını kaybetmekle karşı karşıyadır. Çalma eyleminin modern insanın karışık iç dünyasında meydana getirdiği ahlaki sorgulamaları ekrana taşıyan Kieslowski, biz seyircilere de kendimizi sorgulamamız için aralık kapılar bırakır. Filmin sonunda Ania’nın Ewa’ya gidişini ve Majka’nın öfkeyle onları terk edişini görürüz. Ania’nın çığlıklarıyla başlayan hikâye, yine onun annesinin gidişini seyrederkenki sessizliğiyle biter.


DEKALOG OSİEM

“Yalan yere şahitlik etmeyeceksin.”

Üniversitede ahlak ve etik üzerine dersler veren Zofia; kendiyle barışık -ya da öyle görünen- ve diğer Dekalogların geçtiği kasvetli bloklarda bir dairede tek başına yaşayan yaşlı bir kadındır. Bir gün 2. Dünya Savaşı’ndan sağ kurtulmuş Polonya Yahudileri üstüne araştırma yapan Elzibetia, Zofia’nın dersine katılmak ister. Ahlaki ikilemlerin tartışıldığı derste Elzibetia önce Dekalog 2’deki hikâyeyi dinler, sonrasında kendi çocukluğuna dair bir anıyı anlatır. Elzibetia hikâyesini anlatırken bir yandan boynundaki kolyeyle oynar ve bu esnada Zofia’nın ona bakışları bize ortak geçmişleriyle ilgili ufak bir ipucu verir. İki karakterin geçmişle yüzleşmeleri böylelikle başlamış olur.

Savaş döneminde henüz 6 yaşında olan Elzibetia’nın, soykırımdan kaçabilmek için vaftiz edilip Hristiyan bir ailenin himayesi altına girmesi gerekmektedir. 1944 yılında Katolik bir aileye -Zofia ve eşinin evine- getirilir ama Katolik çift yalancı şahitlik yapamayacaklarını öne sürerek küçük kızı reddederler. Zofia yıllar boyunca vicdan azabıyla yaşar, kızın hayatta olup olmadığını merak eder. Ve hayattadır. Kanlı canlı karşısında ona geçmişin hesabını sormaktadır. Bu yüzleşme öfke ve kin duygularından uzak, katıksız bir meraktan ibarettir Elzibetia için. Sonrasında Zofia olayları kendi açısından anlatırken Elzibetia’nın eli yine boynundaki kolyededir. Yıllarca Musevi kimliğini gizlemek için boynunda taşıdığı kolyenin arkasında aslında öz benliğini hiç kaybetmemiş güçlü bir kadın görürüz.

Zofia, o gün verdiği kararın bir kız çocuğunun ölümüne sebep olabileceğinin ayırdındadır ve yıllar boyu bunun vicdan azabını çekmiş, kendi kendine kaldığı anlarda suçluluk ve pişmanlık onunla olmuştur hep. Yıllar sonra hayatları tekrar kesiştiğinde ise Dekalog’un sekizinci bölümü, iki karaktere ve bize sorgulattığı ahlaki ikilem tüm yalınlığıyla karşımızdadır: “Bir çocuğun hayatından daha önemli ne olabilir?”


DEKALOG DZİEWİEC

“Komşunun malına göz dikmeyeceksin.”

Başarılı bir doktor olan Roman bir iş seyahatinden yeni dönmüştür. Dönüşte doktor bir arkadaşı ona bazı tetkikler yapar ve Roman iktidarsızlık problemi olduğunu, cinsel hayatının bittiğini öğrenir. Karısı Hanka’ya gerçekleri olanca netliğiyle izah eder ve eğer isterse ondan ayrılabileceğini dahi söyler. Ancak Hanka Roman’a aşıktır, kocasının bu teklifini hemen reddeder. Hanka eşine sıkıca sarıldığında, ilişkilerindeki saf şefkati ve sahici sevgiyi görürüz bir yandan. Hanka her ne kadar cinsellik olmadan da ilişkilerinin yürüyebileceğini söylediyse de bir sevgilisi vardır. Roman içine düşen şüphenin peşinden gider ve çok trajik bir biçimde öğrenir aldatıldığını. Hanka pişmanlık ve suçluluk içindedir. Roman, tüm acısına rağmen içten içe eşine hak vermektedir. Bu bizi yine aynı açmaza yönlendirir: “Bir ilişkide cinsellik olmazsa geriye ne kalır?”. Sevgi, bağlılık, sadakat gibi içsel konuları kendine has sade üslubuyla ele alıyor Kieslowski Dekalog’un dokuzuncu bölümünde. Modern evliliklerdeki açmazlarla bizi hem haklı-haksız dengesini, hem de ilişkilerdeki değer yargılarımızı sorgulamaya itiyor.



DEKALOG DZİESİEC

“Öldür! Öldür! Öldür! Tecavüz et, bütün hafta zina yap. Ve pazar günü, pazar günü anneni, babanı, kız kardeşini patakla. Senden küçükleri döv ve çal. Çünkü her şeyin sahibi sensin, her şeyin sahibi sensin.”

Kaotik bir konser alanında Arthur’un sahne performansında duyduğumuz bu sözlerle başlıyor serinin son filmi. On Emir’e taban tabana zıt olan emirler filmin, ilişkilendirildiği tek bir emir üzerinden okunmaması gerektiğiyle ilgili bir ipucu veriyor diyebiliriz.

Jerzy ve Arthur, çok da yakın bir ilişkilerinin olmadığı babalarının ölümünden sonra onlara servet değerinde bir pul koleksiyonu kaldığını öğrenirler. İki kardeşin gözünde de kağıt parçasından öte bir şey olmayan pul koleksiyonunu tamamlamak zamanla tutku haline gelecektir. Önceleyin borçlarını ödemek için pulları satmak üzere gittikleri koleksiyoncu, onlara her bir pulun servet değerinde olduğunu ve babalarının hayatını adadığı koleksiyonu yaşatmaları gerektiğini belirtir. Bunun üzerine evi hırsızlardan nasıl koruyabileceklerini tartıştıkları esnada Jerzy andan uzaklaşıp tüm sorunlarını unuttuğunu söyler. Arthur da hemfikirdir: “Eski günlerdeki gibi. İkimiz bir aradayız ve başka hiçbir şey önemli değil.”

Babalarından kalma koleksiyonu satmak yerine eksik kalan son bir pulu da bulmak için atıldıkları aksiliklerle dolu macerada Jerzy bir böbreğini kaybeder. Ancak onca önleme rağmen iki kardeş hastanedeyken koleksiyon çalınmıştır. İki kardeş birbirlerinden şüphelenip gizlice ihbar ederler birbirlerini. Sonunda oyuna getirildiklerini anlarlar. Birbirlerinden şüphelendikleri için hissettikleri ortak suçluluk hissi birbirlerine tekrar bağlanmalarında güçlü rol oynar. Atıldıkları bu macera süresince babalarının iç dünyasını da yakından tanıma fırsatı bulan kardeşler, artık kendi koleksiyonlarına başlamak için ilk pullarını almışlardır. Kara mizahi yönü ve yüksek temposuyla serinin diğer filmlerinden ayrılan Dekalog 10, finaliyle oldukça trajik öyküler barındıran seriyi mutlu bir sonla bitiriyor.

405 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page