Göçmen Yönetmen Olarak Elia Suleiman
- Nilsu Sofuoğlu
- 5 Eki
- 4 dakikada okunur
Göçmen yönetmenler; aidiyetsizlik, entegrasyon gibi deneyimleri beyaz perdeye taşırlar. Çoğu zaman otobiyografik izler barındıran bu anlatılar, göçmenlik deneyiminin kolektif
hafızasına ev sahipliği yapar ve o hafızayı görünür kılar. Bu filmlerde savaş, yas, zorunlu
göç gibi temalar ön planda olduğundan çoğunlukla dramatik bir anlatı kurulur. Elia Suleiman
ise göçmenliği toplumsal bir bağlamdan öte bir varoluş biçimi olarak ele alır. Filmlerindeki
diyalogsuz, ironik anlatım tercihiyle çoğu göçmen yönetmenden farklı bir çizgide bulunmuş
ve göçmen sinemasında özgün bir yer edinmiştir.

Elia Suleiman; 1960’da Nasıra’da doğmuş, Filistinli olarak büyümüş bir İsrail vatandaşı.
Nasıra’yı terk ettikten sonra bir süre Paris’te ve yasadışı göçmen olarak New York’ta
yaşamış. Suleiman, yaşadığı çevrede Filistin bir tabu olduğundan Nasıra’da yaşarken
politize olmadığını dile getiriyor. Filistin hakkında politik bilinç geliştirmesi, New York’a
gittiğinde haber arşivleri karıştırmasıyla ve medyada Filistin halkının nasıl temsil edildiğini
sorgulamasıyla başlıyor. Ardından New York’ta yaptığı iki kısa filmiyle yönetmenliğe adımını
atıyor. Deneysel bir kısa film olan ilk filmi Introduction to the End of an Argument (1990),
kendisinin New York’ta karıştırdığı arşivlerin bir derlemesi olarak ortaya çıkıyor. New York’ta
yaşadığı dönemde yaptığı ikinci kısası, Homage by Assassination (1992) ise Körfez Savaşı’nı anlatan deneysel bir yapım. Ardından çektiği ilk uzun metrajı Chronicle of a Disappearance (1996) ile Venedik Film Festivalinde “En İyi İlk Film” ödülünü kazandı. Suleiman’ın ismini uluslararası düzeyde duyuran film ise Cannes Film Festivalinde “Jüri Büyük Ödülü”nü kazanan Divine Intervention (2002) oldu. Bu yazının odağı ise Suleiman’in şimdiye kadarki son filmi olan It Must Be Heaven (2019).

Burası Cennet Olmalı
Elia Suleiman’ın 2019 yapımlı It Must Be Heaven’ı, gittiği her yerde kendisini bir öteki olarak
gördüğümüz E.S.’nin kendine bir ev, bir “cennet” arayışını anlatır. Film, yönetmenin
hayatından otobiyografik izler taşır ve ana karakter E.S., Elia Suleiman tarafından
canlandırılır. Nasıralı bir film yapımcısı olan E.S., hem kendine bir “ev” bulabilmeyi hem de
filmini yapabilmeyi umut eder. Dolayısıyla film, göçmen olmanın zorluklarının yanı sıra
göçmen bir yönetmen olmanın da zorluklarını görünür kılar. E.S., Nasıra’dan ayrılıp sırasıyla
Paris’e ve New York’a göçer fakat bulmayı umduğu “cennet”in aksine gittiği her yerde
distopik bir militarize düzenle karşılaşır. Yabancılaşmayı toplumsal bir krizden öte bir varoluş
biçimi olarak ele alan Suleiman; göçmenlik deneyimini coğrafi sınırlardan öteye, evrensel bir
konuma taşımış olur. It Must Be Heaven, aslında Elia Suleiman’ın sık sık dile getirdiği “The
world today has become a global Palestine” tezinin sinematik bir savunusudur. Gözlemci ve
sessiz bir karakterin çevresinde ilerleyen film, politik alt metniyle ve ironik bir dil
kullanmasıyla izleyiciye Chaplinvari bir sinema estetiğini anımsatır.

Filmin ilk bölümü Nasıra’da geçer ve E.S.’nin gündelik yaşantısı içinde bir Filistin alegorisi
izleriz. E.S.’nin izinsizce sürekli bahçesine giren, limon ağacından limon toplayan, dalları
budayan, hatta daha ileri gidip ağacı yerinden sökmeye çalışan bir komşusu vardır. E.S.,
komşusunun bütün bu eylemlerini balkonundan sessizce izlemekle yetinir. Sonrasında
E.S.’nin evinin içini ve duvarda asılı fotoğrafları görür, mezarlık ziyaretine gittiği bir sahneyi izleriz.
Yaşadığı yerde mülkiyet hakkı ihlal edilen, yalnız yaşayan ve bir öteki olan E.S.,
yabancılaşmış olduğu Nasıra’dan ayrılıp bir ev arayışına çıkar ve Paris’e göçer. Paris’te
kameranın önünden geçen şık giyimli kadınlarla başlayan sahne, vitrin görüntüsünü
anımsatır. Fakat sonrasında E.S.; sürekli denetim, polislerin koreografik devriyeleri,
sokaklarda dolaşan tanklarla ironik bir şekilde görselleştirilmiş militarize bir düzenle karşılaşır. E.S., tüm bu absürtlüğü bir flaneur gibi izler.
Filmin Paris’teki bölümünde en dikkat çekici sahnelerden birisi ise kuşkusuz E.S.’nin filmini çekmek için yapım şirketiyle görüşmeye gittiği sahne. Görüştüğü kişi E.S.’nin filmi için bunun kazançla ilgisinin olmadığını, filmi yeterince Filistinli bulmadıklarını söyler ve filmi Paris’te çekmeyi önerir. Bu görüşme sahnesi, ironik bir şekilde Batı film endüstrisinin göçmen yönetmenler üzerinde kurduğu hegemonik denetimi açığa çıkarır. Göçmen yönetmenlerin kendi otantik anlatılarını “ticari değeri olmayan” içerikler olarak dışarı iten endüstri, Batı izleyicisinin görmeyi talep ettiği egzotik klişe anlatılara görünürlük kazandırır. Batı’nın beklentilerini karşılamayan göçmen yönetmenlerin kendine sektörde bir yer bulamaması ve görünür olamaması; bize şu ana kadar izlediğimiz bütün göçmen, diaspora ve sürgün hikayelerini kimin gözünden izlediğimizi de tekrar düşündürür.

Bir diğer dikkat çekici sahnede ise E.S.’yi ilk defa konuşurken görürüz. Taksici ona “Nerelisin?” diye sorar. E.S. ise önce “Nasıra” der, taksicinin anlamaması üzerine
“Ben Filistinliyim” cevabını verir. Taksici bunu duyunca heyecanla arabayı durdurup ilk defa
bir Filistinli gördüğünden bahseder ve heyecanla eşini arayıp taksisinde bir Filistinli olduğunu
eşine anlatır. Bu sahnede, Filistinli kimliği özelinde göçmen kimliklerin ne kadar
marjinalleştiğini görürüz. E.S.’nin varoluşu, göçmen kimliği üzerinden az rastlanan egzotik bir
unsura indirgenmiştir.
Sonrasında E.S. New York’a göçer. New York’ta ise absürt davranışları olan, her yerde abartı derecede silahlanmış insanlarla karşılaşır. En ilgi çekici sahnelerden birisi, bir arkadaşının E.S.’yi eşiyle tanıştırmasıdır. Arkadaşı; E.S.’yi Filistinli, komik filmler yapan bir yapımcı olarak tanıtır. Orta Doğu’da barış temalı bir komedi filmi üzerine çalıştığından bahseder. Arkadaşının eşi ise hiç ilgilenmeyerek “Kulağa komik geliyor,” der ve giderler. Orta Doğu’da barış fikrinin gerçekliği olan bir umut değil, ciddiye alınmayan bir komedi unsuru olarak algılanması; Filistin meselesi özelinde de okunabilir. Filmin son bölümünde E.S. tekrar Nasıra’ya döner. Bir bara gider, herkes dans ederken bir köşede oturur; aradan geçen zamana rağmen hala bir yabancı ve öteki olarak.
Sonuç olarak Elia Suleiman bize ne Filistin’i cehennem gibi gösterir ne de Fransa ve
Amerika’yı cennet gibi. Aksine, dünyanın her köşesinde tekrar eden yabancılaşma ve
militarize düzenin altını çizer. Bu bağlamda It Must Be Heaven, yabancılaşma deneyiminin
evrenselliğini vurgulayan, tüm dünyanın ortak bir “küresel Filistin”e dönüşmüş olduğunun
sinematik bir anlatısıdır.



Yorumlar