“Filmimiz insanlıktan çıkmanın en kötü noktaya vardığını gösteriyor. Bu geçmişimizi ve bugünümüzü şekillendirdi. Şu anda burada Yahudiliklerini ve Holokost'un pek çok masum insan için çatışmaya yol açan bir işgal tarafından gasp edildiğini reddeden insanlar olarak duruyoruz. İster ekimin kurbanları olsun, İsrail'de 7 Ekim'in kurbanları ya da Gazze'de devam eden saldırının kurbanları, bu insanlık dışı muamelenin tüm kurbanları olarak nasıl direneceğiz?”
Filmin yönetmeni Jonathan Glazer, “En İyi Uluslararası Film” Oscar’ını kabul ederken işte bu konuşmayı yaptı. Konuşmayı destekleyenler olduğu gibi kınayanlar da oldu. İnsanlık olarak yine bir konuda hemfikir olamadığımızın kanıtıydı bu konuşma. Çünkü hayatın doğal akışında hepimiz bir şeyleri farklı görmeye yatkınız. Hepimizin kafasında bir fikir ve yaklaşım var. Bundan dolayı neyin doğru, neyin yanlış veya neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemeyecek ve buna karar veremeyecek kadar çaresiziz. En önemlisi de bütün bu kötülüğün ortasında sessiziz. Çünkü her şey bizim için gayet normal. Peki, Jonathan Glazer’ın dediği gibi bütün bu öznelliğe, sessizliğe ve kötülüğe karşı nasıl direneceğiz?
Jonathan Glazer, Under The Skin (2013) filminden 10 yıl sonra The Zone of Interest ile beyazperdeye güçlü bir dönüş yaptı. Film üzerine fazlasıyla konuşuldu, yazıldı, çizildi. Elbette filmin başarısı bununla sınırlı kalmadı. Cannes Film Festivali’nde ikinci büyük ödül olan Grand Prix’in ve 2024 Oscar Ödülleri’nde de En İyi Uluslararası Film ve En İyi Ses Tasarımı ödüllerinin sahibi oldu. Ancak filmin öneminin sadece bu ödüllerle ölçülmemesi gerekiyor. Film her ne kadar Nazi dönemini anlatsa da yaşadığımız çağa da ışık tutuyor. Ve bunu Jonathan Glazer’ın sorduğu soruyla birlikte yapıyor. Ancak tek fark bu soruyu bizlere “Nasıl” değil “Neden” diye sorması. Daha doğrusu “Neden direnmiyoruz?” diye sorması.
Filmin son sahnesiyle bağlantısı olan bu sorunun cevabına ve sebeplerine geçmeden önce The Zone of Interest’in uyarlandığı roman ile olan bağına bakmamız daha doğru olur. Böylece roman ve film arasındaki bağlantının uzaklığını anlamamız ile birlikte bu filmin İngiliz yazar Martin Amis’in 2014 yılında çıkan aynı adlı romanından uyarlama bir film olmadığını, aksine Jonathan Glazer’ın bir fikri ve sorusu olduğunu görebiliriz. Çünkü bakıldığında bu filmin direkt olarak yönetmenin sorduğu soru ile var olduğunu görmemiz mümkün. Zaten bu filme uyarlama demek yerine esinlenme denmesi daha doğru olur. Çünkü romanın anlattıklarıyla filmin anlattıkları arasındaki bağ fazlasıyla gevşetilmiş. Bu gevşetme; çatışma unsuru ve anlatıcı bakış açısı üzerinden yapılmış.
Martin Amis’in The Zone of Interest kitabı Auschwitz’de toplama kampının komutanının karısına aşık olan bir Nazi subayının hikayesini anlatır. Hikaye; Nazi subayı Angelus Thomsen, Komutan Paul Doll (ki bu karakter filmde Rudolf Höss’tür); ve Yahudi Sonderkommando Szmul Zacharias isimli üç karakterin gözünden okuyucuya anlatılır. Altı bölüm ve bir sonsözden oluşan romanda bu üç farklı karakterin yaşadıklarına, hissettiklerine ve düşüncelerine odaklanırız. Bu sayede filmin kendi bünyesinde de koruduğu kötülüğün sıradanlığı ve kötülüğe duyulan ilgisizliği karakterlerin gözünden görmüş oluruz. Ancak bu açıdan filme bakıldığında hiçbir karakterin perspektifinden hikayeyi izlemediğimizi fark edebiliriz. Hatta filmin bilinçli bir şekilde tercih ettiği kamera ve ışık kullanımı da bunu bize gösterir. Jonathan Glazer ve filmin görüntü yönetmeni Łukasz Żal, 10 farklı kamerayı filmin çekildiği Nazi komutanının evinin duvarlarına saklamış ve film çekimleri esnasında ailenin, adeta doğaçlama denebilecek, ev içindeki halini beyazperdeye taşımışlar. Bu durum seyircinin karakterleri dikizliyor gibi hissetmesine sebep olur. Bu sayede film; karakterlerin bakış açısından değil, üçüncü tekil şahıs gözünden anlatılır. Yönetmenin, bilinçli olarak yaptığı bu tercihlerden bir tanesi de sestir. Romanda Auschwitz’in içinde yaşananları da görürüz. Ancak filmde yönetmen Auschwitz’te yaşananları yalnızca arka planda duyduğumuz ses ile anlatır. Film böylece iki parçalı bir hikaye anlatır. Bir tanesi Höss ailesinin evinde yaşananlar ve görüntüye dayanan hikaye, ikincisi toplama kampının içinde geçen hikaye. İkinci hikayede başrol yalnızca sestir. Filmi belli bir mesafeden izlememizi sağlayan üçüncü tekil şahıs anlatımı ve ses faktörü bu açıdan romandan uzaklaşan bir yapıya sahiptir. Ve bütün bunlar sayesinde biz seyirci olarak bu vahşeti ve vurdumduymazlığı tiksinerek izleriz. Çünkü kitap bizlere karakterlerin bakış açısından bir hikaye anlattığı için ne kadar korkunç olurlarsa olsun o karakterlerle empati kurma fırsatı verirken, film bir belgesel gibi bu karakterlere ve yaşananlara belirli bir mesafeden bakmamızı sağlar. Aslında filmin bu tercihi yapmasının en önemli sebebi romanda var olan çatışmanın filmde tezahür etmemesidir. Bu durumda bizi “gevşek uyarlamanın” ikinci sebebine götürür. O da çatışmadır.
Hikayelerde çatışma, karakterler arasında, karakterlerin iç dünyalarında veya karakterlerin çevresiyle yaşadığı çatışmaları ifade eder. Çatışma, hikayenin ilerleyişini şekillendiren ve okuyucunun veya seyircinin ilgisini çeken temel unsurlardan biridir. Genellikle hikayenin ana sorununu, gerilimini veya drama unsurlarını oluşturur. Romanda ise bu çatışmayı yaratan ve hikayenin gidişatını belirleyen en önemli mesele aşktır. Bu çatışma sayesinde kitap bize bir hikaye anlatır. Ancak filme bakıldığında böyle bir aşkın olmadığını görürüz. Filmde çatışma olarak isimlendirebileceğimiz tek şey Nazi komutanı Rudolf Höss’ün Berlin’e tayinin çıkmasının ardından eşi Hedwig Höss’ün kampın hemen yanındaki cennet bahçesi olarak adlandırdığı evini sevmesi ve orada kalmak istemesidir. Ki bu durum bile aslında hikayenin genel çerçevesine hizmet etmez. Sadece filmde anlatılmak istenen kötülüğün sıradanlığına hizmet eden bir yan ürün olarak kalır. Diğer bir deyişle karakterlerin gündelik dertleriyle örtülü vurdumduymazlıklarını yansıtma amacı taşımaktadır bu sahneler. Bu tercihler de filmi bir belgesel atmosferine sokar.
Daha önce de ifade ettiğim gibi filmde anlatılan olaylar bir nevi belgesel tadındadır zaten. Hatta kitaptaki kurgusal isimlerin aksine filmde, gerçek hayatta Auschwitz’de görev yapmış ve yaşamış Rudolf Höss ve ailesinin isimleri kullanılmıştır. Bütün bu tercihler Jonathan Glazer’ın esas olarak vermek istediği mesajı çok net bir biçimde bize gösterir. Bu mesaj, filmin ana akım olay örgüsüne sahip alelade bir film olmadığı hatta bir film bile olmadığını söylemektir. Bu bir fikirdir. Kötülüğe olan duyarsızlığın ve ilgi alanımız dışındaki hiçbir şeyin umurumuzda olmadığını yüzümüze çarpan bir fikir. Bu fikir bizi başta Jonathan Glazer’ın konuşmasından ilham alarak sorduğum soruya götürür: Neden direnmiyoruz?
Filmin romandan tamamen koparak yarattığı son sahnede Rudolf Höss, merdivenlerden aşağı diğer bir deyişle tarihin karanlık çukuruna ilerlerken kusmaya çalışır ancak bunu başaramaz. Ve bu sahneyi düşünmeye başladığımızda aslında kusmaya çalışan Rudolf Höss’ün esas yapmaya çalıştığı şeyin boğazına kadar battığı kötülüğe karşı bir tepki vermesinden başka bir şey olmadığını anlarız. Bu tepki iki farklı sebepten kaynaklanır: içimizdeki kötülüğe artık dayanamayıp onu dışarı atmak istememizden ya da içimizdeki kötülüğü kusarak dışarı atabileceğimizi zannedip kendimizi aklama çabamızdan Bu kusmaya çalışma çabamız yıllar geçmesine rağmen hala devam etmekte. Filistin’e karşı, Ukrayna’ya karşı ya da ülkemiz de yaşananlara karşı… Kötülüğe ses çıkaramadığımız için ya da dur diyemediğimiz için yalnızca Instagram’dan post atıyoruz. Bir nevi kusmaya çalışıyoruz. Bu sayede duyarlı kaldığımızı zannediyoruz. Ama yalnızca kötülüğü normalleştiriyoruz. Oysa dünyanın bir köşesinde zulme uğrayan bilmediğimiz, duymadığımız ve doğal bir akış içerisinde sıradanlaşan ama her şeye rağmen vahşi olan bir sürü kötülük var. Ama biz yine de susmayı tercih ediyoruz. Peki, dibimizdeki kötülüğe bile ses çıkar(a)mayacak kadar aciz miyiz yoksa üşengeç miyiz ya da bunu normalleştiriyor muyuz? Sanırım Jonathan Glazer’ın buna bir cevabı var. Hatta buna cevabı olduğunu son sahnede seyirciye günümüzde müze haline gelen Auschwitz kampını göstererek anlatmaya çalışıyor. Çünkü bu sonsuz bir döngü içinde devam edecek bir vurdumduymazlık. Ama bütün bu karamsarlığın ve insanlık dışı eylemlerin ortasında Jonathan Glazer, filmde termal kamera ile çektiği sahnelerde Polonyalı Yahudi bir kızın geceleri mahkumlara yiyecek götürdüğünü gösteriyor seyirciye. Yönetmen Oscar ödülünü Aleksandra Bystroń-Kołodziejczyk isimli o kıza adıyor ve bu sahneler sayesinde hala bir yerlerde mücadele etmeye çalışan, direnen, bağlılıkla gizli bir hayat süren ve parlayan insanların olduğunu anlamamızı sağlıyor. Jonathan Glazer bize direniyor muyuz, direnmeli miyiz, direnecek miyiz sorularının cevabını The Zone of Interest’de tam olarak vermese de bir yerlerde direnen insanların bizlere verebileceği bir umut olduğunu söylemeye çalışıyor.