top of page
Emircan Temiz

The Wire: Makam Odalarından Sokaklara

The Wire belki de şu ana kadar bir insan elinin değdiği en kapsamlı dizi. Dizi şu an birçok kitaba ve hatta birçok üniversite derslerine konu olup Harvard'da dahi ders olarak okutulmakta. Onu diğer dizilerden ayırıp akademiye kadar bir etkisinin olmasının ana sebeplerinden birisi ise şüphesiz konu anlatım tekniği. Dizinin yapımcılığında ve senaryosunda yıllarca Baltimore’da yaşamış ve orayı deneyimlemiş insanlar görev almakta olduğundan diziyi bir bakıma birinci elden izliyoruz. Dizinin yapımcısı ve aynı zamanda senaristlerinden biri olan David Simon 12 yıl boyunca Baltimore Sun gazetesinde yazmış bir gazeteciyken dizinin ortak yapımcılarından ve senaristlerinden Ed Burns ise 20 yıl boyunca Baltimore’da narkotik polis olarak görev aldıktan sonra yine Baltimore’da öğretmen olarak hayatına devam eden birisi. Dizinin ortaya çıkış noktası ise David Simon’ın piyasadaki polisiye dizilerinin büyük bir çoğunluğunun gerçeği yansıtmadığını düşünerek kendi bakış açısından anlatmak istemesi olmuş. 


Dizi geleneksel polisiye dizi beklentilerimizi de dizi boyunca yıkmaya devam ediyor. Polislerin sanki şov yaparcasına baskın yapıp suçlularla kovalamacaya girdiği sahnelerden ziyade daha çok Baltimore polisinin gerçek senaryolarda aldığı aksiyonları alarak ilerliyor. Gerçeğe bağlı kalıp olayları aşırı dramatize etmeden fakat seyir zevkini de köreltmeden yazmaya özen gösterilmiş. Ki senaryoyu hazırlarlarken de düşüncelerinin bir senaristten daha çok bir gazeteciye benzediğini söylemekte David Simon. Bundan dolayı dizi fan service olarak ilerlemiyor.


Bu hâliyle, kendilerinin Baltimore’daki özellikle uyuşturucu sorununa dair birinci elden tanıklıkları The Wire’ı diğer kurgu polisiye dizileri gibi klişe olmaktan çıkarıp kendi karakterini ortaya çıkarıyor. Ki oyuncu kadrosuna baktığımızda da bu durumu fark edebiliyoruz. Dizinin yapımcıları izleyicinin ilgisini çekebilmek adına popüler ve oyuncularla çalışmak yerine, Baltimore’da hayatını sürdürmüş eski polis veya uyuşturucu satıcılarıyla çalışmayı tercih etmiş.



Senaristler, şehrin kendisinin ve kurumlarının hikâyelerini göz önünde sunmuyor; aksine, 5 sezon boyunca bu öyküyü şehirdeki bireyler ve bireylerin birbirleriyle bağları üzerinden anlatıyor. Bundan dolayı da dizi, seyircinin dikkatini ekran başına çekmek için özel bir çaba sarf etmemekte. Seyircinin anlatılanları kafasında oturtması için de dikkatini ekrana vermesi gerektiğinden bir bakıma seyirciyi bu duruma mecbur bırakıyor. Dizi bize iki yönlü olarak anlatılıyor: polislerin ve suçluların gözünden. Bu hem polislerin hem de suçluların gözünden görerek iyi ve kötünün aslında iç içe olduğunu ve olayları daha iyi kavramamızı sağlıyor.


The Wire, bize dizideki herhangi bir karakterin ölümünün diziyi bitireceği, bundan dolayı kendisinin ölümünün gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu ve bir şekilde “filmlerde olduğu gibi” durumlardan sağ kurtulacağı bir serüven sunmaz. Bu oyun içinde herkesin bir piyon olduğunu, bir kişinin eksilmesinin oyuna pek bir etkisinin olmadığını, sadece bir istatistikten ibaret olduğunu yüzümüze vurmakta. 

Ek olarak, dizi “non-diegetic” ses kullanılmadan çekilmiş. Dizide asla bir arka plan müziği duymuyoruz. Hiçbir sahnede müzik kullanılmamakta. Onun yerine seyirciyi sahneye daha fazla entegre edip realiteyi arttırmak adına, mekanın bulunduğu ortamdaki çevreden gelen doğal sesi, korna sesi, insanların konuşma sesleri, silah sesleri gibi direkt çevredeki sesleri duymaktayız.


SEZON 1 - Çukurdaki Ticaret


İlk sezon Baltimore’daki yozlaşmış polis departmanını ve onun uyuşturucu ile mücadelesini anlatıyor ve gelecek her sezon bu sorunun üzerine bir katman daha eklenip hikâye katlanarak ilerliyor. Her sezonun ilk sahnesi, o sezonun ana fikrini sunuyor. İlk sezon ise bize uyuşturucuya karşı olan savaşın neden başarısız ve sonuçsuz kaldığını anlatıyor. 


Dizi, bizi ana karakterlerden biri olan McNulty isimli polis memurunun bir suç mahallinde görgü tanığı ile yaşanan cinayet hakkında konuşurken karşılıyor. Ardından ise direkt “çukur” ve “toplu konutlar”da geçen olayların içine düşüyoruz. Dizi bizimle birlikte başlamıyor, biz yaşayan bir dünyanın içine doğuyoruz ve o andan itibaren olayları anlamlandırmaya başlıyoruz.

Günümüz dünyası insan hayatını günden güne daha da değersizleştirirken aynı zamanda da insanlara kendi hayatları için daha az zaman tanımakta. Toplumun dezavantajlı kesimi içinse bu durum daha da zor ilerlediğinden dolayı bu insanlar ya kendilerini yasadışı yollarda buluyor ya da kendisini çemberin dışına attığını zannettiğini sanarak polis olup bu günümüz dünyası içinde bir dişlinin parçası olmaya devam ediyor. 


Sezonun en dramatik sahnelerinden biri olan Wallace’ın Bodie tarafından öldürülmesinde gördüğümüz gibi sezon boyu kamera karşısında olan karakterler, savaştığı kurumlar tarafından değil aynı tarafta olduğu kişiler tarafından cezalandırılıyor. Sezonun sonunda ise pekala büyük bir katarsis yaşamıyoruz bu da aslında dizinin sonunun nasıl biteceğine dair bir foreshadowing bizim için. Kurumların kaldığı yerden devam edip birkaç insanın daha iyiye ve diğerlerinin daha kötü bir yaşam tarzına dönmesiyle ilk sezonumuz son buluyor. Wallace’ın ölümü sonrası insan hayatının ne kadar değersiz olduğu ve tüm bu sistem içinde birkaç ufak sorundan öteye geçmediğini görüyoruz. Bu ölümün ardından çukurdaki hayatın gidişatında bir aksama olmaması aynı zamanda herkesin birer piyondan farkı olmadığının da göstergesi.



Senaristler, toplum gözünde LGBTİ+ bireylere karşı olan tutuma karşı bir bakış açısından yaklaşıyor.. Omar, bu ataerkil sistemde kendine yer edinebilen kendi konumunu sağlama alabilmiş bir karakter. Tüm bu Avon Barksdale ve Stringer Bell çetesi polislerle uğraşırken diğer yandan da bir başka antagonist Omar ile de başları dertte. Partneri öldürüldüğü için intikam arayan Omar, bir nevi uyuşturucu çetelerini soyan bir suçlu. Kendisini dizi için özel yapan durum ise çukurda yaşayan herkese karşı tek başına olsa dahi bu denli güçlü olması. Kendisinin yenilmeyecek bir gücü temsil edip polis departmanın yapamadığını bir başına başararak bu kenar mahalledeki nüfuzunu kazanıyor.


SEZON 2 - İşçi Dostu Sendikalar


İkinci sezona geldiğimizde ise geçen sezonki “kötü adamlarımızı” bir kenara bırakıp ekranı limanda çalışan işçi sınıfına çevirerek işçi sendikalaşmalarını, işçi sınıfını ve çökmüş bir ekonominin tasvirini görüyoruz. Her ne kadar ilk sezondaki ana karakterlerimizi bir kenara bırakıp yeni kişilere ve konuya yönelmek çıktığı zaman diliminde işleyişi bakımından birçok tepkiler alsa da yapımcıların aldığı bu karar, ilerleyen yıllarda başka dizilerde de sıkça kullanılmaya başlandı. Bu durumdan yola çıkarak bu kararın The Wire’ın bir kilometre taşı olduğunu rahatça söyleyebiliriz.


Bu hikayedeki değişiklik iki açıdan hayati bir önem taşımakta: Bunların ilki seyirci olarak her ne kadar gördüğümüz ve ısındığımız karakterleri daha fazla ekran önünde görmek istesek de dizinin kendi yönünü limandaki işçilere kaydırması bize bütün bu mücadelenin sadece şu ana kadar gördüğümüz karakterlerle sınırlı olmadığı ve şu ana kadar gördüğümüzden çok daha geniş bir eksende olduğu iletiliyor. İkinci olarak ise yalnızca işinde gücünde olan insanların bile ilk etapta neden uyuşturucu ticaretine bulaştığı gösteriliyor. Batmakta olan ekonomiler, vatandaşlarını çeşitli yollara sürüklemekte. Ayrıca bu sistemler batmaktayken ve kendi vatandaşlarına da almak istemedikleri kararlar almaya zorlarken bu durum yalnızca ırk sorunu olmaktan çıkıp sınıf sorununa da dönüşüyor


Bu sezonun ilk sahnesinde ise çürümekte olan bir liman gösteriliyor. Hemen ardından bir Baltimore polis botunun Washington’dan gelen “Capital Gains” isimli bir yatı çevirip rüşvet aldıktan sonra yoluna gitmesine izin verdiğini görüyoruz. Polis departmanının ne kadar yozlaştığı, zengin insanların kendi kişisel kazançları uğruna bu güçlerini kullanmalarından dolayı alt sınıflara sırtlarını dahi kaldıramayacakları güçler binerken zengin insanların sahte bir imajla kendilerini halka karıştırmaya çalışmalarından belli oluyor. Ancak bu görüntü  sadece tüm yükü omzunda taşıyan alt sınıftakileri zor durumda bırakıyor.


İkinci sezonun kilit noktalarından biri ise insanların kendi iradeleriyle veya istemsiz olarak düştükleri bu kötü pozisyonlardan neden ayrılamaması oluyor. Buna örnek olarak liman işçilerinin kendileri için kötü bir seçim olsa dahi doğup büyüdüğü yerde yaşamaya devam etmek istemesini görüyoruz.


SEZON 3 - Karanlık Odalar


3. sezonla beraber sokaklara, Barksdale çetesine tekrar dönüyoruz fakat bu sefer eksenimiz polis departmanının üstüne kayıyor. Üst yapısına doğru genişleyip hükümeti ve politikacıları da dahil ederek hikâye örgüsünü genişliyor. Dallanıp budaklanan birçok ana ve yan olay örgüleri dizide ayrı ayrı işlenip önümüze farklı bakış açılarıyla sunuluyor. Ek olarak, dizinin üçüncü sezonu ile birlikte diziye tam teşekküllü bir şekilde başlıyoruz. İlk sezon için diziye bir giriş, ikinci sezonu için bir uyarlama denilebilir ancak The Wire’a üçüncü sezonla birlikte karakterleri tanımış ve aynı zamanda da hikayeye de hakim olarak hızlı bir giriş yapıyoruz.


Ekonomik çöküntünün insanların suça yönelmesinde nasıl bir etkisi olduğunu ve insanların bu duruma sürüklendikten sonra kurtulmalarının ne denli zor olduğunu ikinci sezonda işlenmişti. Bu sezonda ise bu zorluğun neden politik olarak da çözülemediğini ve çözülmediğini görüyoruz.

Bu sezonun bir devlet alegorisi ile başlıyor. Eski bir sorunun çözümü için yapılan toplu konutlar, siyahi insanların çoklukla yaşadığı bu mahalleler ve bunların uyuşturucu ticaretinin merkezine dönüşümü, siyasi anlamda da artık bir problem teşkil ettiği için devlet bu evleri yıkmayı kendince çözüm olarak görüyor. Yıllardır kendi yarattığı sorunların sebep olduğu bir başka sorunlara geçici çözümler üretip ardından sorunun ana kaynağına eline sürmeyerek yine kendi bir zamanlar “çözüm” olarak sunduğu yapıları parçalayarak devam ediyor. Baltimore şehri sakinlerinin bu binaların yıkılmasına gafil avlandığını görüyoruz. Sözde uyuşturucuyla olan bu savaşın aslında bir sınıf ve ırk sorunu olduğunu tekrardan görüyoruz. Dizi, bu başlangıçla devletin bu problemle savaştığını iddia edip halkın adeta gözünü boyarken asıl savaşa karşı bir taraf değil; tam tersine bu durumu ırk ve sınıf ayrımı yaratmak adına el altından bu durumu sürdürüyor.


Aynı zamanda artık kademe kademe yükselen polis şefi Bunny Colvin, kendi bölgesindeki uyuşturucu sıkıntısını çözmek adına bütün uyuşturucu satıcılarını ve tedarikçilerini Hamsterdam adını verdiği şehrin uzak, boş bir bölgesine naklediyor. Kendisinin motivasyonu ise sorunu savaşarak çözemeyeceğini kabullendiği için herhangi bir şiddet olayı olmadığı sürece bu bölgede satışı bir bakıma yasallaştırıyor. Günümüzde de sıklıkla dile getirilen uyuşturucuların yasallaştırılması ile bütün bu savaşın son bulacağı fikrinin gerçek hayatta ne kadar zorluklarla karşılaşabileceğini görüyoruz. 

Sezonun açılış sahnesinde bulunan hikaye akışı ilerleyen bölümlerde ironi olarak karşımıza çıkıyor. Devlet yozlaşmış polis teşkilatının yarattığı bir suçu çözmek için toplu konutları düşünmeksizin yıkarken, devletin bu sözde çözümüyle polis teşkilatının bu toplu konutları yıkarak oluşan sonuç sonucu gayri resmi olarak uyuşturucuyu yasallaştırıp Hamsterdam’i kurmasına yol açıyor.


SEZON 4 - Piyondan Şaha


Dizi, kurgusunu dört sezon boyunca karakterlerin geçmişleri üzerine inşa ediyor ancak izleyiciler karakterlerin sadece dizi başladığı andan itibaren zihniyetlerini tanıyor ve nasıl o noktaya geldikleri, kendi oldukları, bir muamma. Bu durum, karakterlerin suç dünyasına girişi veya yolsuz bir polis olma gibi seçimlerinin temelini tahmin seviyesinde bırakıyor.


Gerçek hayatın ve sokakların temelininin nasıl atıldığını işliyor bu sezon. Sezonun hemen başlarında küçük bir kız çocuğu olan Snoop’un bir satış temsilcisi tarafından çivi tabancaları hakkında bilgi aldığını görüyoruz. Bu sahnede Snoop tüm dikkatini verip satış temsilcisini dinlemekte ve ivedilikle de  “öğrenmekte” kendisine anlatılanları. Ayrıca, okulda da Snoop gibi çocuklar sokakta zar attıkları için matematikte eğer anlayacakları türden bi alegoride anlatıldığında konuyu hemen kavradıklarını görüyoruz. Snoop çivi tabancalarının inceliklerini hızlıca kavrıyor çünkü şu ana kadarki tüm hayatı suç ve silahlar içinde geçmekte; okuldaki öğrenciler de aynı şekilde sokakta bu hesabı sürekli yaptıkları için bu onlar için günlük bir rutinden farksız oluyor. Okulda genel olarak başarısız olmalarının sebebi ise okulda öğrendiklerinin kendi gerçekleriyle bir bağlantısının olmaması ve kendilerini kurtarabileceklerine dair hiçbir umutlarının kalmaması ile açıklanabilir.


Her karakter, bir manyetik alan gibi diğerlerini kendine doğru çekiyor ve dizinin devamında her karakterin geçmişi ve hikayesi ortaya çıkıyor. Bu yöntem, karakterlerin birbirlerine ve hikayeye nasıl entegre olduğunu vurguluyor ve izleyicileri karakterlerle daha iç içe yapmaya çalışıyor.

Sezon boyunca, eğitim sistemi ve okulların çöktüğü Baltimore şehrindeki yoksul mahallelerden ve zorlu koşullardan gelen gençlerin hayatlarına odaklanılıyor. Dizi ise bu gençlerin hayatlarına dokunarak toplumun geniş tabakalarındaki sosyal sorunlara ışık tutmaya çalışıyor. Ayrıca, sezon boyunca polis departmanındaki iç çekişmeler ve politik mücadelelere de yer vererek insanların hayat mücadelesinin yanı sıra bu kurumlardaki insanların sadece koltuk için orada olduklarını yüzümüze vuruyor.



SEZON 5 - Çaba


Son sezonun açılış sahnesi ise medyanın insanları nasıl oyuna getirdiğini göstererek başlıyor. Son sezon, dizi yapımcılarından Ed Burns’ın ayrılmasından dolayı sekteye uğradığı yorumu dizi izleyenler arasında bir genel kanı gibi dursa da dizi sezonda yine de olağanüstü bir iş çıkarmış durumda. Sezon boyu McNulty’nin bir cinayeti çözmek için çabasının basının bu olaya yeterli ilgiyi göstermemesinden dolayı üst kurumların bu durumu göz ardı etmesini ele alıyor. Bu durum hem David Simon’ın insanların daha sansasyonel ve duygusal yapımlara ilgi gösterirken The Wire’ın kapı dışı edilmesi ile hayal kırıklığını anlatırken hem de sorunların sadece polis departmanı veya yönetim kadrosundan kaynaklanmadığını aksine aynı zamanda kurumsal yapıların kendi varoluş sorunlarının da bu durumda rol oynadığını gösteriyor. Bu durum dizinin hikaye örgüsünün son noktasını oluştururken diziye yeni bir boyut katıyor. Sezonun açılış sahnesi, gazetecilik ve medya hakkında bir foreshadowing niteliği taşıyor. Medya mensuplarının halkı nasıl manipüle ettiği, gerçek yerine yanıltıcı haberleri neden ve nasıl yaydığı ve bu şekilde nasıl dezenformasyon yaratabildiklerini ve yaratabileceklerini görüyoruz.


Dizinin belki de en etkileyici kısımlarından biri ise Baltimore ve tüm dünyada olan problemlerin ne kadar karmakarışık ve çözümlerinin bulunmasının da  bilhassa güçlükte olduğunu göstermekte. Dizi her geçen sezonla birlikte bir önceki sezondaki sorunu alıp üstüne ekleyerek devam ediyor ve bundan dolayı her bir sezon bir bakıma birbirine zincirle bağlı gibi.


 The Wire zamanına kadar dizilerde bu yöntem kullanılmamaktaydı, ayrıca bu yönden de bir öncü konumunda. Dizinin diğer sezonlarının aksine, bu sezon karakterlerin arka planlarına daha da derinlemesine inmiyor fakat sezon boyunca ortaya çıkan olaylar, karakterlerin kim olduklarını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin, gazeteci Scott’ın yalan haberler yayma konusundaki tutkusu veya Jimmy McNulty'nin saplantılı davranışları, karakterlerin doğasını ve motivasyonlarını daha iyi anlamamızı sağlıyor.


Son sezon önceki sezonlarda ele alınan temaları derinleştirerek, şehirdeki siyasi ve ekonomik güç mücadelelerine ve bunların gazetecilik ve medya üzerindeki etkilerine odaklanıyor ve sonuç olarak, The Wire'ın beşinci sezonu, önceki sezonlar kadar beğenilmese de dizinin sonu öyle ya da böyle geliyor. Dizi medya, siyaset ve ekonomik güç mücadeleleri arasında kalan toplumun tüm yükü sırtlamak zorunda kaldığını anlatarak diziye nokta koyuyor.


Dizi, polis şiddeti, ırkçılık, bürokrasi, toplumsal sorunlar ve uyuşturucu savaşı gibi sorunları ele alırken neredeyse bu konuları işleyen tüm diziler gibi kamu spotuna dönüşmüyor. Dizide yer alan 5 sezondaki her bir farklı hikayeler de sistemdeki başarısızlığı sürdüren faktörleri göstererek, her birinin sistemi bir başarısızlık döngüsünde tuttuğunu ortaya koyuyor. Bu durum da The Wire’ı sadece başarılı bir televizyon dizisi değil aynı zamanda da çağdaş sanatın mihenk taşlarından biri yapıyor. Neredeyse hiçbir ödül alamamışken dizinin yapımcılarından David Simon’ın Beyaz Saraya davet edilen tek televizyon yapımcısı olması da açıklayıcı nitelikte. İlk sezonda Bodie’nin satranç öğrenmeye çalışan Wallace ve Poot’un sorusuna verdiği cevap ise dizi boyunca anlatılmak isteneni özetler nitelikte:


-How do you beat the king?

-It ain’t like that, see, the king stays the king.


The Wire bölümlerini dizinin  en heyecanlı kısımlarında bitirmek yerine hiç beklemediğiniz herhangi bir anda bitirebiliyor. Dizi izlenme için ekstra bir çaba harcamıyor gibi. Dizide ele alınan sorunlar günümüzde hala varlığını etkisini artırarak sürüyor. Bir değişiklik yapmak isterken bu sistemin kurbanı olmak ise Omar’ın da dediği gibi işten bile değil. “Game is out there, if you play or get played.”











330 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page