Gösterilemeyeni Göstermek ve Zone of Interest
- İpek Karan
- 9 dakika önce
- 4 dakikada okunur
Under the Skin filminin yönetmeni Jonathan Glazer’ın 2023 Cannes Film Festivali’nden Grand Prix ile dönen son filmi Zone of Interest, aynı yarışmadan Palme d’Or ile dönen Justine Triet’nin Anatomie d’une Chute’ünde de başrolü alan Sandra Hüller’i başrole koyuyor.
Martin Amis’in aynı adlı kitabından uyarlanan Zone of Interest, Auschwitz toplama kampının yanında Zone of interest olarak adlandırılan bir rezidansta Führer’in emrettiği ideal hayatı yaşayan kampın sorumlusu bir SS subayı ve ailesini merkeze alıyor. Çiçeklerle dolu bahçeler, pastel renkler, mutlu bir aile… 2.Dünya Savaşı Almanya’sını düşündüğümüzde aklımıza ilk gelen sahneler değil elbette. Peki Glazer neden bu tercihi yapıyor?

Film siyah bir ekranda fonda eşlik eden kaynağını bilemediğimiz non réplicatif bir sesle açılıyor. Yani seyirci olarak bir kaynak atfedemiyoruz. Bu açılış hemen akıllara Adorno’nun “Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarcadır.” sözünü akla getiriyor. Ve İkinci Dünya savaşından sonra çıkan sanat akımlarının bu barbarlığa soyut bir anlatımla karşı koyabildiğini biliyoruz. O yüzden o siyah biraz da Rothko’nun siyahını andırıyor. Sesin nereden ve neden geldiği anlaşılmıyor ve görüntü de olmadığı için seyirci olarak birazdan izleyeceklerimizi aklımızda canlandırmaya davet ediliyoruz. Ve tahmin ettiğimiz onca korkunç görüntünün sonrasında nihayet film kırların arasında piknik yapan bir aile ile açılıyor. Glazer bize gösterilemeyeni nasıl göstereceğinin izlerini filmin açılış sahnesinde veriyor. Sinema tarihinde toplama kampları üzerine yapılmış onca filmden, Schindler’in Listesi’nden, Çizgili Pijamalı Çocuk’tan, Saul’un Oğlu’ndan, Shoah’dan sonra hâlâ Holocaust üzerine söylenmemiş ne söyleyebiliriz? Ve en önemlisi de bunu bir eğlence unsuru haline getirmeden nasıl söyleyebiliriz?
Glazer nasıl sorusunu Brechten bir yaklaşım olan yabancılaşma ve gösteriyi gösterme efekti,, off-screen yani sahne dışındaki elemanların kullanımı ve Freud tarafından tanımlanan Unheimlich -günlük ve sıradan olanın tekinsiz ve endişe verici haline gelmesi durumu- ile cevaplıyor.
Birinci yaklaşım distanciation (yabancılaşma), seyircinin izlediği gösterinin bir eğlendiri ve Marksist anlamda yabancılaşma unsuru olmadığını fark ettirmek için, seyirciye izlediğinin bir gösteri olduğunun hatırlatılması üzerine kuruluyor. Brecht’in tiyatroda tanımladığı bu yaklaşımda, oyuncular seyircilerle iletişime geçebiliyor ve “dördüncü duvarı” yıkmaktan kaçınmıyorlar. Sinemadaki yansıması da son dönemde Fleabag’te gördüğümüz seyirciyle konuşan karakterlerden Nuri Bilge’nin son filmi Kuru Otlar Üzerine’de yer alan stüdyonun gösterildiği meta-discursivité’ye kadar gidiyor. Yani film, filmin içine girmekte olan seyirciyi bir şekilde filmin dışına iterek izlediğinin gerçek değil bir film olduğunu hatırlatıyor. Böylece eğlence unsuru, yerini film üzerine düşünmeye bırakıyor. Zone of Interest bunu birçok katmanda yapıyor. Teknik olarak iki üç sahnede kullanılan travelling’ler dışında film ağırlıklı olarak sabit ve uzak planlardan oluşuyor. Karakterlerle özdeşleşmek güç hale geliyor. Sanki filmin ana karakterlerinden çok, geniş bir alana kondurulmuş vücutlar olarak görüyoruz.
Glazer’ın diğer filmlerine baktığımızda (Under the Skin, Sexy Beats) da vücut öğesinin kullanımının anlatıya katkısı yadsınamaz. Sanki bir tiyatro oyunu gibi tasarlanmış sahnelerin ardından, sona yaklaştığımızda meta-discursivité yani filmin kendi üzerine konuşması geliyor. Film boyunca belli aralıklarla montaj çeşitli film dışı elemanların araya girmesiyle kesintiye uğruyor. Sanki biz hikayeye dalmaya çalıştıkça bir şey bizi dışına itiyor: Bu bazen kırmızı bir ekran oluyor, bazen sahnelerin negatiflerinin kullanımıyla ortaya çıkan, öteki ve yabancı haline getirilen dışarısı. Ama bu bizi dışarıda başka bir dünya olduğunu hatırlatan sahnelerin hiçbiri, ana karakterlerinin gündelik yaşantısının bir parçası olmadığı için, onların üzerine düşünmek bize kalıyor. Rudolf’ün merdivenlerden indiği sahnede kafasını kaldırıp bizim olduğumuz yöne bakıyor ve bir anda kapının açılmasıyla kendimizi bir müzede, günümüz döneminde buluyoruz. Toplama kamplarında kurbanlara ait ayakkabı ve eşyaların sergilendiği vitrinlerde bakıyoruz. Bitmeyen bir temizlik hali var. Tarih üzerine, filmler çekerek tarihi temizlemeye çalışmamızın gülünçlüğü mü vurgulanıyor? Yoksa o dönemde Almanya’nın Yahudilerden “temizlenmesi” fikrine bir gönderme mi yapılıyor? İkinci olarak off-screen kullanımı filmde oldukça yaygındı. Çığlıklar ve bağırışlar; hep evin dışına, karakterlerden uzak bir gerçekliğe ait. Onlar için ancak bir background noice olmakla yetiniyor. Rudolf’ün sahada olduğu sahnelerde bile yüzüne yapılan nadir yakın planlar dışarıda olmakta olan felaket sahne dışına itiliyor ve insanlık tarihine geçen en büyük felaketlerden biri arka planda tüten bir baca olmakla kalıyor görsel planda. Bu da bizi Arendt’ın “Kötülüğün sıradanlığına” getiriyor yine. Onları bu denli canavar kılan, eylemleri değil de eylemsizlikleri olduğunun altını çiziyor film. Yan bahçelerinde gaz odalarında yakılan, ölümüne çalıştırılan ve işkenceden geçen insanların yanında bahçesindeki çiçekleri ekmeye, oyun oynamaya ve bir ara İtalya’ya saunaya gitmek istediğini konuşan bu aile bize kötülüğün sıradanlığını hatırlatıyor. Böylece Glazer hem gösterilemeyeni göstermeyerek, hem de onu ana karakterlerinden ayrıştırarak bu gücünü korumayı başarıyor.
Son olarak Freud tarafından kullanılan “Unheimlich” terimi Almanca ev anlamına gelen “heim”’ kelimesinin olumsuzlaşmasıyla “tanıdık olanın tekinsizleşmesini” ifade ediyor. Burada da bize ev olarak sunulan yer yuva sıcaklığından çok uzak. Filmin tüm sahnelerinde bir simetri ve düzen hâkim. Surcadrage’lar, kareler, dikdörtgenler… Her şey organize edilmiş, ölçüp biçilmiş gibi. Bir sahnede karı koca hayatları hakkında konuşurken, hayatlarının tam da Hitler’in istediği gibi “yaşam alanı” olduğunu söylüyor. Film boyunca bu tekinsizlik hissine Ari Aster filmlerini andıran tedirgin edici bir ses tasarımı eşlik ediyor ve yuva kavramı daha da yabancılaşıyor.

Filmin beni en çok etkileyen sahnesi balo sahnesiydi. Rudolf’ü katıldığı bir davette, balo salonundaki insanları üst kattan izlerken görüyoruz. Kamera abartılı bir objektifle high angle olarak gösteriyor. Bu tercihin sebebini merak etmiştim çünkü benzer bir tercih, toplama kamplarıyla ilgili karar bir toplantıda da kullanılmıştı. Balodan sonra, Rudolf karısıyla telefonda konuşurken salondakilere yukarıdan baktığında, kendini bir gaz odasında sanki birazdan hepsini öldürecekmiş gibi hissettiğini söylüyor. Ve o zaman bu iki sahne arasındaki paralellik açığa çıkıyor. Milyonlarca insanın ölümüne karar verenlerin pozisyonu, seçilen Tanrısal bakış açısıyla pekiştiriliyor. Yine de yönetmenin gösterilemeyeni anlatmaktaki biçimsel başarısı anlatım planında bence aynı gücü sergileyemiyor ve Holocaust’a dair aynı konuyu işleyen önceki filmlerden daha farklı bir şey söyleyemiyor. Ama günümüze baktığımızda insanlık tarihinde kötülüğün, sıradanlığından bir şey kaybetmediğini bize tekrar hatırlatıyor.
Comments