top of page
  • Yazarın fotoğrafıUzay Gökün

THE TIME THAT REMAINS: SULEIMAN’IN GÖZÜNDEN 75 YILDIR SÜREN ABSÜRTLÜK

2009 yapımı The Time That Remains (Geride Kalan), Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın mizah ve dramı birleştirdiği yarı otobiyografik bir filmi. Ancak film sadece yönetmenin hayatını, ailesini anlatmıyor. Doğduğu ülkenin ve şehrin yakın tarihlerde çektiği acılara da ışık tutuyor. Suleiman’ın memleketi Nasıra, aynı zamanda Meryem’in Cebrail’le karşılaştığı ve İsa’nın da doğduğu şehir olarak kabul edilmektedir. Şimdi bu şehirde yaşayan Filistinli Araplar, kendi evlerinde sürgün hayatı yaşamaktalar. Bu halk binlerce yıl öncesindeki gibi yine bir kurtarıcı beklemekte, ancak bu sefer o kurtarıcının gökten gelmeyeceğinin ve tek bir kişiden ziyade milyonlarca Filistinlinin kendisi olacağının farkındalar.


Sadece filmin başlangıç tarihi bile filmi yalnızca yönetmenin hayatına odaklanmış bir eser olarak görmemizi neredeyse imkansız hale getiriyor. Suleiman 1960 yılında doğmasına rağmen film 1948 yılından itibaren bize Nasıra’nın ve hatta Filistin’in tarihini anlatmaya başlıyor. 1948 yılında Filistin’de yaşayan Yahudiler, İngiliz mandasının topraklardan çekilmesiyle İsrail’i kurduklarını ilan ediyor. Ancak bu devlet öylece bir iktidar boşluğundan faydalanılarak kurulmuyor. 1947 yılından itibaren Birleşmiş Milletler’de Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında bölünmesi tartışılmakta ve Arap ülkeleri güçsüzlüklerine rağmen ellerinden gelen tüm aygıtlarla buna karşı çıkacaklarını söylüyor. Aslında sözlerinde duruyorlar, İsrail devletinin kurulduğu Filistin’den sorumlu İngiliz yüksek komiseri topraklardan ayrıldıktan birkaç saat sonra ilan ediliyor ve Arap ülkeleri bu yeni kurulan devlete karşı savaş ilan ediyor. Sadece devletlerin orduları çarpışmıyor, aynı zamanda farklı Arap ülkelerinden gelen gönüllüler de Arap Kurtuluş Ordusu altında savaşa giriyor. Hatta filmde de kafası karışmış ve yolunu kaybetmiş bir gönüllü askerin Arap Kurtuluş Ordusu’na katılmak için Irak’tan geldiğini görüyoruz.

Ancak savaş Arap ülkelerinin ve Filistinlilerin lehine ilerlemiyor. İsrail askerlerinin Filistinlileri Arap gerilla kılığına girerek öldürdüğü sahnede Suleiman mizahi bir dille Siyonist devletin alçaklığını gösteriyor. Sadece İsrail’in acımasız yöntemleri değil aynı zamanda Arap yöneticilerin işbirlikçiliği de durumu oldukça kolaylaştırıyor. Nasıra’nın valisi, İsrail’in tüm şartlarını kabul ediyor ve anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf çektiriyor. Fotoğraf çekildiği esnada fotoğrafçının önüne eğilmesini göstererek İsrail’in önünde el pençe divan duran Arap liderlerle dalga geçiyor.


1948 Nisan’ında İsrail’in kendi sınırları altında kalan Arap köylerine karşı sürekli fetih ve yok etme politikası sonucu savaş sırasında zaten başlamış olan göç daha da kitlesel hale geliyor. Öyle ki 1949 yılında İsrail sınırlarında yaşayan 160 Arap kalmış durumda. Araplar ya göç etmiş ya da öldürülmüşler. Suleiman’ın babası Fuat’ın ailesi de o göç dalgasına katılmış ve köylerini terk etme kararı almışlar. Ancak Fuat savaşmakta kararlı, ona kaçıp kurtulmasını söyleyenlere de “Kurtulmak istiyorsan al buyur silah burada” diyor. Sadece ailesi değil, sevgilisi de işgal altında yaşamaya dayanamayıp gitmiş. İsrail, işgal ettiği Nasıra’da sokağa çıkma yasağı ilan etmiş ve sokağa çıkan Arapları vurmaya başlamış. Kurulduğu yıldan itibaren amacı Araplara apartheid rejimini uygulamak, onları evlerinden etmek ve kalmakta da ısrarcı olanları süngüyle tehdit etmek. Fuat, sokak ortasında vurulan komşusuna yardım etmek için dışarı çıktığında yakalanıyor ve savaşan Araplara silah sağladığı için İsrailliler tarafından dövülüyor.


Bu sahneden sonra olay örgüsünde uzun bir sıçrama yapılıyor ve Fuat’ın evlendiğini, oğlu Elia’nın da okul çağına geldiğini görüyoruz. Elia’nın annesi yazdığı bir mektupta; burada kalmaya devam eden Arapların birçok ekonomik zorlukla mücadele ettiğini, ülkeyi terk etmek isteyenlere de Ürdün sınırlarının açıldığını ancak Filistin hükümetinin bu konuda insan kayırdığını söylemekte. Kendi topraklarında yabancı olmayı sadece baskılarla, ölüm tehdidiyle değil aynı zamanda açlıkla da deneyimliyorlar. Aralarından kötü durumda olanlar ise toplama kamplarında sefil hayata mahkum edilmiş olan, sayısı milyonlara varan Filistinli mülteciler. Filistinli mültecilerin artık geri dönüş şansı oldukça zor, çünkü terk ettikleri köyleri Yahudiler tarafından doldurulmuş.

Elia’nın çocukluk döneminde Filistin’de birtakım sorunlar daha doğmaya başlamış. 1967’de Haziran veya Altı Gün Savaşları çevredeki Arap ülkelerinin birlikte İsrail’e saldırmasıyla başlamış. Bu savaşın sebebi birkaç yıl öncesine dayanmakta. 1956 yılında Mısır’ın anti emperyalist lideri Abdülnasır, Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararı almış ve bu, birçok Batı ülkesinin Körfez ülkelerinden petrol almasını engelleyecek bir hamle olduğundan akabinde sert bir tepkiyle karşılanıyor. Eski İsrail başbakanlarından Şoret’in yaptığı itiraflarda, aslında bu savaşın İsrail tarafından Nasır’ın başa geçmesinden itibaren planlandığı söylenmektey, yani milli güvenlik tamamen bahane. Birleşik Krallık’la Fransa’nın bölgeden çıkmasını sağlayan Sovyetler Birliği’nin etkisi oluyor ve böylece coğrafyadaki etkisi de artıyor. Bu savaştan sonra İsrail, bir yıllığına Sina Yarımadasını işgal ediyor. Ayrıca Ürdün’le de İsrail’in Ürdün Nehri’nden su kaçırması sebebiyle ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ev sahipliği yaptığı gerekçesiyle de arası bozuk. Suriye ile de Golan Tepeleri’nin paylaşımı açısından sorunları var. İsrail, sadece kendi işgal ettiği topraklardaki Arapların canlarına ve mallarına değil, aynı zamanda komşusu olan Arap ülkelerinin de topraklarına, kaynaklarına göz dikmiş. Altı Gün Savaşları İsrail’in kesin zaferiyle bitiyor. Ancak bu savaş sonrasında Filistinliler, çevre Arap ülkelerinin güçsüzlüğünü fark edip kendi örgütlenmelerini kurmak ve güçlendirmek zorunda olduklarını anlıyorlar. Günümüzde prestiji kaybolmuş olsa da Filistin mücadelesinin en önemli ilk örgütlerinden biri olan Yaser Arafat önderliğindeki El-Fetih bu dönemde kuruluyor ve yüz binlerce Filistinlinin yaşadığı mülteci kamplarında güçlenmeye başlıyor. Tamamen özgür bir Filistin talebiyle yola çıkan El-Fetih 1974’e gelindiğinde sadece Batı Şeria ve Gazze’nin korunması hedefini kendine koymuş ve İsrail’in varlığını kabul etmeye başlamış durumda. Bu ihanete karşı Filistin Kurtuluş Örgütü içerisinde hareket etmeye devam eden ancak El-Fetih’in işbirlikçi politikalara yönelmesini eleştiren birçok antiemperyalist örgüt kuruluyor. Bunlardan en önemlileri Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi oluyor. FHKC, 1970 Eylül’ünde uçak kaçırmalarıyla tanınıyor ve bu uçak kaçırmalarından sonra Ürdün Kralı Hüseyin, mülteci kamplarına saldırılar düzenlemeye başlıyor. FHKC lideri Kanafani New Left Review dergisine yaptığı röportajda Kral Hüseyin’in Amerikalılara Filistin’in ne kadar gereksiz bir ülke olduğunu kanıtlama girişiminde bulunduğunu hatırlatarak Filistin direnişini yıkmaya çalıştığını söylemektedir. Filistinli direnişçiler başından beri Arap dünyasında da yalnız olduklarının farkındalar. Sadece Ürdün’de yaşayan mültecileri değil, Lübnan’da yaşayan 500 bine yakın Filistinliyi de hedefe almış İsrail. 1982’de İsrail, Lübnan’daki Filistin kamplarına saldırdığı sırada Lübnan’da iç savaş da var. Bu savaş sırasında Falanjist ve İsrail işbirlikçisi tarafın lideri Beşir Cemayel Filistinlilere “lüzumsuz bir halk.. Her gerçek Lübnanlı bir Filistinli öldürünceye kadar durulmayacağız.” diyecek kadar aşağılık. O zamanın İsrail başbakanı Şaron, Beyrut’un işgali sırasında Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında binlerce Filistinliyi öldürmüş ve Beyrut Kasabı olarak anılmaya başlamış. İsrail rejimi Filistinlileri yok etmek için ant içmiş bir terör örgütü olduğunu kuruluşundan itibaren bizlerin yüzüne çarpmaktan hiç çekinmemiş.


Elia, işte çocukluğunu ve gençliğini böyle saldırgan bir devletin altında geçirmiş. İlkokul çağlarındayken İsrailli yetkililerin Arap okullarında zorla çocuklara İsrail marşları okutulmakta ve en iyi İbranice konuşma ödülleri verilmekte. Kendilerine düşman olan bir ülkenin tamamen işgal ve dünya fethi üzerine yazılan marşlarını zorla öğretilmesi, İbranice’nin öğrenilmesi zorunlu dil olması; asimilasyon politikalarının sadece öldürme ve katliamlarla değil, sosyal ve kültürel yollarla da sürdürüldüğünün göstergesi. Filmin ironik bölümlerinden biri de, öğretmeninin Elia’ya ABD’ye emperyalist ve sömürgeci dediği için kızması. İsrail’e laf söylemiyor Elia, başka bir devlete emperyalist diyor. Bunu söylemesi neden yasak olsun ki?


Filmde birkaç kere aynı olayların tekrarlandığını görüyoruz. Bu da Suleiman’ın İsrail’in insanlar üzerindeki rutin ve gündelik baskılarına getirdiği eleştirinin bir başka yolu oluyor. Örneğin, Elia’nın öğretmeniyle yaptığı bu konuşmayı iki kere görüyoruz. Fuat geceleri balık tutmaya gittiğinde her seferinde İsrail askerlerinin aynı can sıkıcı sorularıyla karşılaşıyor. Mahalledeki akıl sağlığı dengesiz olduğu belli olan yaşlı bir adam birkaç kere kendini yakmaya çalışıyor. Ancak tamamen sebepsiz yere yapmıyor bunu, örneğin en son yakma girişiminde Mısır lideri Abdülnasır’ın ölüm haberi televizyonlardan yayımlanıyor. Bu haberin ardından Elia’nın evi hüzne boğuluyor ve o yaşlı adam tekrar ümitsizlik içerisinde kendini yakma kararı alıyor. Nasır’ın ölümü demek, Filistin’in kurtuluşu için halkın ümidini bağladığı şeylerden birinin yok olması anlamına geliyor.


Elia, İsrail bayrağı yaktığı gerekçesiyle suçlanıyor ve ülkeyi terk etmesi emrediliyor. Bunun ardından yine zamanda uzun bir sıçrama yapılıyor ve bu sefer Elia’nın yaşlılığını görüyoruz. Elia bu sahnelerde yüzü asık bir şekilde sadece ayakta dikiliyor. Çiviyle ayakta durması sağlanan bir ölü gibi. Eski dostları hala şehirde, eskiden oturdukları kahvehanede yine yıllar önceki gibi oturuyorlar. Sokaklar bomboş, sadece iki genç geçip duruyor. Elia, duvarların arkasından, evinin pencerelerinden komşularını izleyip duruyor. Bir komşusu evinin önünde tank beklerken çöp atmaya çıkıyor ve çöp attıktan sonra sokakta bir ileri bir geri volta atıp duruyor. Onun hareket ettiği yere doğru beraberinde tankın namlusu da hareket ediyor. İsrail’in absürt ve komiklik derecesine varan baskılarıyla ancak böyle güzel dalga geçilebilir!


Elia evinden dışarı baktığında hala sokaklarda dövüşen, Filistin bayrağını taşıyan gençleri görüyor, tıpkı on yıllar önce olduğu gibi. O sırada yoldan geçen bir kadın ve çocuğuna askerler sokağa çıkma yasağı olduğu için namlularını doğrultarak evine dönmesi gerektiğini söylüyor. Kadının cevabı ise çok net: “Asıl siz evinize dönün!” Bu yazıyı yazdığım zamanlarda, 26 Ocak 2023 gününde İsrail Ordusu’nun Batı Şeria’nın Cenin kentine yaptığı saldırılar sonucu en az dokuz kişinin öldüğü haberini gördüm. Bu bir tesadüf değil çünkü İsrail sistematik şekilde Filistinlilere saldırmaya devam etmekte. Sadece geçen yıl öldürülen Filistinli sayısı 150’den fazla. Bu saldırıya karşı Oslo Anlaşması’nda resmi olarak İsrail sınırlarını tanıyıp daha sonra İsrail’in yaptığı saldırılara sesini çıkarmayıp tam tersine İsrail’in işbirlikçisi rolüne bürünen Mahmud Abbas hükümeti cılız açıklamalardan ötesini yapmaya dursun, Filistin halkı saldırı sonrası hemen işgal sonrası çatışmaya girdi ve genel grev ilan etti. Filistinlileri durmadan katleden, çocuk yaşlı demeden insanlara cezaevlerinde tecrit ve işkencelerin en iğrencini uygulayan, Gazze’yi ve mülteci kamplarını gıda kıtlığıyla, işsizlikle ve hastalıklarla terbiye etmeye çalışan, yapılan hiçbir antlaşmaya uymayıp sürekli genişlemeye devam eden İsrail’e karşı çiçek demetleri uzatılmaz. Sadece Filistin için değil, tüm Ortadoğu coğrafyasının barışı için en büyük tehditlerden olan İsrail rejimi yıkılmadan Filistinlilere uygulanan apartheid politikaları bitmeyecek. Suleiman, İsrail’in sınıra dizdiği beton duvarların ne kadar işlevsiz olduğunu sırıkla üzerinden atlayarak anlamlı bir şekilde gösteriyor. Evet o koydukları beton yığınlar ne yıkılmaz ne de aşılmaz değildir. Özgür ve barışla dolu bir Filistin, evlerine dönmesi gerekenler dönünce, beton yığınlar ve onları dikenler yıkılınca kurulacak.


Suleiman bu meseleye, oldukça moda olmuş bir pasifizmle yani iki tarafı da suçlu bulan bir anlayışla hiçbir zaman yaklaşmamış, asıl işgalcilerin kimler olduğunu bizlere göstermiş. Aynı zamanda içi boş ve ağır dramla dolu bir film yapmaktansa bölgede uygulanan absürtlüğü mizahi bir şekilde ortaya koymayı tercih ederek belki de bizlerin Filistinlilerin yaşadıklarını daha iyi anlamamızı sağlamış. Kendisinin ve ailesinin yaşadıklarını böyle başarıyla gösterip tüm bir halkın çektiği acılarla harmanlayabilmek zor ancak yapılması gereken bir iş. Suleiman işte bunu başarıyor ve sinemada Filistin’in sesi oluyor.



Kaynakça:

William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul, 2015, s. 299.

Cleveland, a.g.y., s. 395.

Ralp Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, Kardelen Yayınları, çev. Aydın Pesen, İstanbul, 1992, s. 61.

Cleveland, a.g.y., s. 398.

Ghassan Kanafani, On the PFLP and the September Crisis, New Left Review, 67, May-June 1971, s. 53.

Schoenman, a.g.y., s. 67.



107 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page