top of page

The Room Next Door: Oda Sıcaklığında Ötanazi

Efe Al

Almodóvar’ın ilk uzun metraj İngilizce filmi olma özelliği taşıyan “The Room Next Door” 81. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazandı. Aynı zamanda Filmekimi’nde de öne çıkan eser, Sigrid Nunez’in “What Are You Going Through?” isimli kitabından uyarlanıyor. Filmde sık sık James Joyce’un eserlerinin etkisi de hissedilebiliyor. Film; güçlü ve egzantrik kadın karakterleri, politik alt metni, pastel renkleri ve sanat tercihleri ile yönetmenin önceki eserleriyle koşutluk gösteriyor. Oyuncu kadrosu Julianne Moore(Ingrid), John Turturro(Damian) ve Tilda Swinton(Martha)’dan oluşuyor. The Room Next Door; 75 yaşındaki yönetmenin ölüm, yaşam, pişmanlıklar, ötanazi ve trajedi konusundaki görüşlerini bir panorama olarak gözler önüne seriyor.



Film, yeni çıkış yakalayan bir yazar olan Ingrid’in(Julianne Moore) tesadüf eseri beraber aynı dergide çalıştığı eski arkadaşı Martha’nın(Tilda Swinton) kanser hastası olduğunu öğrenmesi ile başlar. Bunun üzerine Ingrid’in uzun süredir görmediği eski dostunu hastanede ziyaret etmesiyle ikili arasındaki ilişki tekrar alevlenir. Başlangıçta hastane ziyaretleri olarak başlayan bu süreç, Martha’nın başvuracağı deneysel tedavinin başarısız olmasıyla yakın bir arkadaşlığa evrilecektir. 


Androjen görünüme sahip, entelektüel bir savaş muhabiri olan Martha; kansere yakalanmasıyla birlikte azalan günlerinin farkındalığı, arkasında bıraktığı yaşamın pişmanlıkları ve ölüme hazır olduğu sanrısı ile yüzleşmek zorunda kalır. Martha; gelgitli ruh halleri, güçsüz bedeni ve ölüme dair kaygılarıyla boğuşurken ikili yakınlaşmaya, yürüyüşlere çıkmaya ve birlikte sinemaya gitmeye başlarlar. Yeni yazacağı kitap için ölümü incelemek isteyen Ingrid ve azalan varoluşuyla karşı karşıya kalan Martha birbirlerini içten ve özverili bir biçimde tamamlarlar. Martha’nın savaş muhabirliği deneyimlerini, erken yaşta doğurduğu ve buruk bir ilişkisi olan kızını, geçmişte ikisinin de farklı zamanlarda beraber oldukları yüksek libidolu bir iklim aktivisti olan Damian’ı, yaşama ve sanata dair düşüncelerini konuşurlar.


Fakat, Martha’nın gittikçe kötüleşen durumu neticesinde ötanaziye karar vermesiyle ilişkilerinin ekseni kırılır. Martha, tedaviye devam ederek uzatacağı ömrünün yanlızca acı çekmeyle ve sancılarını dindirmeye çalışmakla geçeceğini düşünür. Bu yüzden, bu trajediyle başa çıkmanın tek yolunun kanser zihnini ve bedenini tüketmeden önce, henüz zihninin dizginleri elindeyken onurlu bir biçimde intihar etmekten geçtiğine inanır. Kansere karşı kazanabileceği tek zaferin kendi ölümünü seçmek olduğuna emin olan Martha, intiharının koşullarını tayin etmek ister. Bu ritüel için kendisine şehirden uzakta konforlu ve lüks bir ev kiralar. Aynı zamanda da bir “tanıdık” vasıtasıyla kendine acısız ve huzurlu ölümü temin edecek bir ötanazi hapı satın alır. Ayrıca, Martha seçtiği ölüme doğru ilerlerken son zamanlarında yanında olacak bir eşlikçi de ister. Bu eşlikçi ise kiraladığı evde onun “yan odasında” kalacak, arkadaşı Ingrid olacaktır.


Görsel Şölen(!)

The Room Next Door, görüntü ve sanat yönetmenliği açısından bir başyapıt. Almodóvar’ın alışılagelmiş pastel tonları, görgülü iç mekan tasarımları, bembeyaz teni ve androjen görünümüyle adeta bir dekor olarak kullandığı Tilda Swinton; bizlere yönetmenin zihninden fırlamışa benzeyen enfes bir görsellik sunuyor. Bunlara ek olarak, filmdeki güçlü close-up çekimler, tekrar eden renk vurguları, oyuncuların bedenleri ve kıyafetleriyle uyumlu set tasarımları bize filmin gustolu bir yönetmen tarafından çekildiğini haykırıyor. İki kadının bir nefes yakınlığında ve ölümün yörüngesinde şekillenen ilişkisi Almodóvar’ın kadrajıyla çekici bir tezatlık oluşturmuş. Elbette, Alberto Iglesias tarafından bestelenen film müzikleri de görselliğin yarattığı bu tatlı etkiyi pekiştirmiş.



Persona mı?

İlk bakışta filmin, iki ana kadın karakteri -çoğunlukla- tek mekanda geçen bir durum hikayesi formunda ele alması Bergman’ın Persona’sını anımsatıyor. Fakat, her ne kadar yönetmenin bazı sahnelerde Persona’dan alenen ilham aldığını görsek de derin bir benzerlik söz konusu değil. The Room Next Door’un karakterleri tanımlanmış kişilik sınırlarını geçmiyorlar. Persona’nın aksine motivasyonları ve davranış biçimleri açıkça tanımlanmış. Ayrıca film boyunca bu özelliklerinin değişmek bilmeyen sabitliğini de hesaba kattığımızda Persona’dan gitgide uzaklaşıyoruz. Bunlara ek olarak Persona’da durmamacasına devam eden benlik(lerin) çatışması The Room Next Door’da yer almıyor. Nitekim Persona’nın çok katmanlı diyalogları ve filmi analiz etmek için ayartan derin hikaye dokusu da filmde bulunmuyor. 


Drama dışında filmde bazı komedi unsurları bulunuyor. Bilhassa büyük bir ciddiyet barındıran filmin ilk bölümü, zamanla kinik ve satirik unsurlarla penetre ediliyor. Bunun sonucunda filmin ikinci yarısının dramadan ibaret olmasını beklerken kendimizi; ölüm karşısında yer yer şaka yapan, kaygısız ve görece neşeli bir cenaze alayını izlerken buluyoruz. Üstelik Almodóvar, bu neşeli komedya durumunu perçinlemek için 4. duvarı kırmaktan da geri durmamış. Punch-linelara dayanmayan bu hafif komedi tarzı, filmin ölümüne ciddi konusuyla kontrast oluşturarak daha önce eşine rastlamadığımız özgün bir hava yaratmış. 

Göz atmaya değer başka bir konu ise The Room Next Door karakterlerinin sarsılmaz ruhsal esenlikleri. Biri mukadder ölümü yüzünden intihar etmeye karar veren diğeri ise arkadaşının intiharında ona -yasalara karşı gelerek- eşlik eden bu iki kadın, ruhsal açıdan şok edecek derecede sağlıklılar. Başlarına gelen olaylarını gereğince inceleyip sağduyulu şekilde davranabiliyorlar. Özellikle ölmeye hazırlanan Martha, handiyse hiçbir psikolojik rahatsızlık emaresi göstermiyor. İçinde bulunduğu durumu ve sona erecek ömrünü kanıksamış gözüküyor. Ölümü için son bir tatile çıkan Martha, ekranda hep “bittersweet” bir sakinlik içerisinde beliriyor. Ingrid ise arkadaşının anısını yaşatabilmek amacıyla sonraki romanı için Martha’nın son anlarını kayıt altına almakla meşgul. Dehşete düşmek veya ahlaki ikilemlerle boğuşmak yerine Martha’yla iyi bir zaman geçirme gayretinde. Yani karakterlerimiz ne yoğun iç-çatışmalar yaşıyorlar ne de birbirleriyle didişiyorlar. Karakterlerin duygu durumları filmin sakin ve komik havasıyla paralel olsa da politik tarafına gölge düşürmüş. Histerik bir karmaşa stereotipine düşmemeyi takdir etmek gerekiyor. Fakat film, bu anlatı şekliyle politik argümanlarını sunacağı bir diyalektiğe varamıyor. Bu şekilde yönetmen, filmin sürükleyiciliğini artırmasına karşın üzerinde argüman yaratabileceği yeterli savaşım ve karşıtlık noktası yaratmamış. Bilinçli bir tercih olduğunu algılayabiliyoruz ama özgünlük uğruna politik anlatı feda edilmiş.



Zayıf Kurgu

Maalesef görsel yetkinliğine kıyasla filmin kurgusu çiğ hissettiriyor. Ana hikayeyle bağlantısı olmayan flashbackler filmin -belki de gereğinden fazla- uzun ilk kısmında es vererek izleyiciyi rahatlatıyor. Lakin filmin bütününden kopuk hissettiren bu sahneler, seyirciyi filmden dışarıya iten bir eğretiliğe sebep oluyor. Ayrıca filmin queer, savaş ve iklim kriziyle ilgili kısımları hatta ötanazinin yasadışı ve tabu oluşuna dair anlatısı bile filmin ana hikayesi dışında işleniyor. Bu tercihler Almodóvar’a yakışmayacak şekilde filmin politik tarafını güçsüz ve bütünlüksüz kılmış. İklim krizinin ve dünyanın yok oluşunun salt Damian isimli karakterin monologlarında işlenmesi de cabası. Politik anlatının iyi niyetini takdir etmekle beraber bu sahneler bir hevesle filme sonradan eklenmiş izleniminden çıkamıyoruz.


Oda Sıcaklığında Film Çekmek

Filmin senaryosunun en önemli sıkıntısı ise işlediği sorunları minimalist anlatım şekline sığdıramaması. Filmin neredeyse tamamı Martha ve Ingrid arasındaki diyaloglardan oluşuyor. Ve bu karakterlerin lgbt, ötanazi, savaş ve iklim gibi konularda halihazırda mutabık oldukları filmin başından itibaren seziliyor. Dolayısıyla filmin politik kısmı, “woke” diyebileceğimiz görüşleri enikonu içselleştirmiş iki entelektüelin konuşmalarında kendine yer bulamıyor. Çünkü ikisinin dünyada süregelen hak mücadeleleri konusunda temel olarak ayrı düşebilecekleri hiçbir nokta yok. Dolayısıyla bu konularla sadece -filmin ana hikayesinin dışında geçen- Martha’nın anılarında karşılaşıyoruz. Kısacası Almodóvar, ele aldığı siyasi konuları ve filmin minimalist dramasını ortak bir noktada buluşturamamış. 


Seyirci kanser hastası bir kadının ölüme dair mülahazalarına tanık olsa da ana unsur olan ötanazi konusuna bile yeterli alan tanınmamış. Martha ve Ingrid’in bahsedildiği gibi ötanazinin bir hak olduğuna dair en ufak şüpheleri yok. Ayrıca karakterlerimiz oldukça varsıl ve entelektüel. Toplumdaki törelerden çoktan sıyrılmışlar ve kendilerini toplumla en ufak etkileşimden uzak tutabilecek kadar paraları var. Filmde küçük ve karikatürize bi sahne hariç ötanazi fikri toplumla hiç karşılaşmıyor. Böylece asıl ötanaziye erişemeyenlerin: toplum, aile, devlet baskısından kurtulamayan proletaryanın ekrandaki film ile bağı inceliyor.


Senaryodaki en büyük sorunlardan bir diğeri ise “plot-hole”lar. Örneğin, Martha’nın şapkadan tavşan çıkarır gibi filme dahil ettiği “ötanazi hapı” da zayıf bir senaryonun göstergesi. Martha’nın intiharı için gerekli koşulların oldukça pürüzsüz ve elverişli olması da ötanazinin asıl engellerini es geçmemize sebep oluyor. Bu hikayedeki karakterler ötanazi konusunda başından beri mutabıklarsa yönetmen, toplumun ötanaziye bakışını ve ötanazi için gerekli lojistiğe ulaşmanın zorluğunu mu anlatmak istiyor? Eğer Martha ve Ingrid kendilerini tabulardan, toplum baskısından ve devletin yasaklarından soyutlayacak kadar kudretliler ise sorun tam olarak ne? Karakterlerimiz toplumun öyle ayrıcalıklı bir kesimini temsil ediyorlar ki ufak twistlerle akla ilk gelecek bariyerlerden sıyrılabiliyorlar. Böylece filmin ana unsuru olan ötanazi de diğer politik unsurlar gibi kenara itiliyor. Bu yüzden hayatın soğuk ve acımasız ikliminde kendi ölümü üzerinde dahi tasarrufu olmayan zavallı insancıkları izlemiyoruz. Kadraj; salt şahsi, felsefi, uçucu kaygıları olan iki aydının mizansenine sabitleniyor. Kesinlikle küçük insanları izlemiyoruz ve onların yaşayabilecekleri muhtemel sorunların bahsini dahi duymuyoruz. Filmde ötanazi sorunu; eğitimsiz, fakir, devlet ve toplum baskısından kendini soyutlama araçlarına sahip olmayan milyarlar göz ardı edilerek–adeta ”oda sıcaklığında” ele alınmış… Almodóvar eline geçen güzel bir fırsatı ıskalamış.



Yine De Seni Seviyorum Almodóvar

Film, konusu itibariyle ağır bir dramı ele alıyor olsa da, hoş bir mizahi tonu da içerisinde barındıryor. Kahkahadan çok gülümseten inceltilmiş komedisiyle senaryosunun yarattığı sorunları bir nebze örtebiliyor. Ayrıca yönetmenin teatral tema tercihi, filmin komedisiyle hoş bir ahenk yakalayabilmiş. Bu sayede film çok daha zevkli ve akışkan bir hoşluk hissiyle izleyiciyi sarmalıyor.


Filmin Venedik’te aldığı büyük ödülün, filmin kendisinden çok Almodóvar’ın filmografisine verildiğini söylemek mümkün. The Room Next Door şahane görselliği ve usta oyuncularıyla izleyicilere adeta her karesi Pinterest’ten alınmış, minimalist, sütliman bir drama deneyimi vaat ediyor. Yönetmen, yaşama içkin gündelik unsurları, tatlı bir nüktedanlıkla, ölümün kaçınılmazlığıyla uzlaştırabilmiş. Film, Almodóvar’ın en zayıf senaryolarından birine sahip olsa da deneyimli yönetmen yine de izleyicilerine tarifsiz bir seyir zevki yaşatıyor. 75 yaşındaki yönetmenin ölüme, yaşama, dünyaya dair içten düşünceleri ve kararsızlıklarını her sahnede bulmak mümkün. Filmin olgunlaşmamış politik gayretleri ve zayıf senaryosu potansiyelini kısıtlamış olsa da Almodóvar, isminin altına dikkat çekici bir film daha yazdırmayı başarmış.


58 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


  • Grey Twitter Icon
  • Grey Instagram Icon

© 2020 by BÜ(S)K

Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü

bottom of page