top of page
  • Yazarın fotoğrafıElif Bayburt

Rive Gauche: Yeni Dalganın Öteki Yüzü

Geçtiğimiz çarşamba günü Bü(s)k tarafından düzenlenen, Aylin Vartanyan'la toplumsal hafıza ve sinema ilişkisi üzerine yapılan Online Kahveli etkinliğindeydim. Bu yazıyı kaleme almak için özellikle bu etkinlikten beslenmeyi bekledim, çünkü Aylin hoca toplumsal hafıza ve sinema üzerine konuşmaya başladığında bahsedeceği ilk yönetmenin kim olacağını çok iyi biliyordum: Alain Resnais. Bir ders sebebiyle izlediğim Toute la Memoire du Monde kısa filmi sonrası Resnais sinemasıyla, ve özellikle de kısa filmleriyle başlayan aşk ilişkim, büyük ölçüde Resnais'nin Fransız Yeni Dalga sinemasının aynı anda en popüler ve en aykırı isimlerinden biri olmasından kaynaklanıyor aslında. Popülerliğini, Aylin hocamı alıntılamak gerekirse; "unutturmanın politikasına karşı hatırlamanın poetikası"ndaki üstün başarısından, aykırılığını ise Rive Gauche akımında Agnes Varda ve Chris Marker ile başı çekmesinden alan Resnais, uzun metraj filmlerini bir kenara bırakıp kısa filmlerini mercek altına tuttuğumuzda, aynı Varda ve Marker gibi, Yeni Dalga'nın asıl popüler kanadı olan Cahiers du Cinema ekibinden (Godard, Truffaut, Rohmer, Chabrol) bambaşka dünyalara davet ediyor bizi. Rive Gauche'un ana karakteristikleri ve kökleri de, bu üç ustanın kısa filmlerinde kendine hayat bulup yeşeriyor.


Rive Gauche (birebir çevirisi: Sol Yaka, ya da sıklıkla kullanılan İngilizce versiyonuyla; Left-Bank) ifadesini üreten ve bu ifadeyi ilk kez Varda, Resnais ve Marker üçlüsü için kullanan film eleştirmeni Richard Roud, Rive Gauche'u şu şekilde tanımlıyor[1]: "Belirgin bir biçimde bohem yaşam tarzına düşkünlük, Right Bank (Cahiers du Cinema) ekolünün konformizmine karşı tahammülsüzlük, edebiyat ve plastik sanatlara karşı büyük bir merak, ve bu merakla birlikte doğan, deneysel sinemayla ilgilenme isteği" ve ayrıca, politik solla kendini özdeşleştirme. Peki bu ifade, ne şekillerde kendini beyaz perdeye döküyor? Roud'un bu tanımında yer verdiği fenomenler, üç sinemacıda da büyük ölçüde kısa film ve belgesel temelinin üzerine inşa edilmiş gibi gözüküyor.


Peki neden? Bir insanın kamerayla yapabileceği onca şey varken? Çünkü onlar adına insanlık dediğimiz deneyimi tam anlamıyla yansıtabilmek için geleneksel metotların yeterli olmadığını görmüşlerdi. Bu metotlar, norm kabul edilenleri içine alırken, ezilenleri, azınlıkları, geride kalanları ve mükemmel bir peri masalı sunma potansiyeline sahip olmayan her şeyi dışarıda bırakıyordu. Seyirciyi filmin vahşi gerçekliğiyle baş başa bırakabilmek amacıyla yola çıkan yönetmenlerimiz, 2. Dünya Savaşı, Vietnam, 68 Kuşağı, Amerika Birleşik Devletleri'nde siyahilerin hak mücadelesi gibi içinde bulundukları dönemde meydana gelmiş ve kafalarını öteye çevirip görmezden gelemeyeceklerini bildikleri bu yaşanmışlıklara hakkını verebilmek için belgesel geleneğinden faydalandılar. Belgeselin tarafsız ve izleyiciye yerini bildiren üslubu, deneysel sinemadan ödünç edindikleri farklı tekniklerle birleştirildiğinde tam olarak aradıkları şey haline dönüştü. Sürreal anlatımlar ve sıradışı ses atmosferleri kullanarak bunları olabildiğine sade planların üzerine inşa ettiler ve duygu dünyamızda kontrast yaratarak bizi anlatılan hikayenin ilerisine bakmaya zorlayan, sıradan gerçekliğin bu yaşanmışlıklar üzerine örttüğü sis perdesini kaldırmak için harekete geçen ve bizi de yanında götüren başyapıtlar oluşturdular.


Night and Fog'da Nazi rejimine bir parça olsun insanlık vermemek için bizi olabildiğince dışarıda tutan çiğ üslubu, beklenmedik ses kullanımı ve izleyiciyi herhangi bir manipülasyona maruz bırakmayarak Yahudi Soykırımı gibi bir insanlık dramının en çıplak haliyle yüzleşmemizi sağlayan Resnais, Black Panthers'da 68 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Afrikan-Amerikan özgürlük hareketinin peşine düşen ve kamerasıyla hiçbir yere dalmaktan sakınmayan Varda, ve Marker, La Jetee gibi eşi benzeri bulunmayan bir distopyayı eşi benzeri bulunmayan bir anlatımla bize sunarak kötü bir kabustan ibaret olduğunu düşündüğümüz dünyalardan aslında nasıl da kılpayı kurtulduğumuzu ve bazen kötü bir kabusa dönüşen gerçekliğimizde tek yapabileceğimizin umuda tutunmak olduğunu anlatan Marker. Resnais ve Marker'ın ortak yapımı olan Statues Also Die ise günümüzde siyahi kültürü ötekileştiren alt tonlara sahip olduğu gerekçesiyle çeşitli eleştirilere maruz kalırken, döneminde siyahi kültürün kıymetini öne çıkarmak niyetiyle atılmış önemli bir adım olduğu gerçeğini de yadsımamak gerek. Ne yazık ki bu film zamanla pek de iyi yaşlanmadı fakat, Marker ve Resnais'in eşitlikçi ve sanatı yücelten tutumu yine de filmde kendini gösteriyor.


Ama tabii ki bununla da bitmiyor. Çünkü hayat da burada bitmiyor. Benliklerinin kopmaz bir parçası olan politik görüşlerinin yanısıra hayata ve sanata dair her şeye aşık yönetmenlerimiz, kameraları aracılığıyla bize sokağa ve insanlığın geri planda bırakılan yüzlerine olduğu gibi, kendi hayatlarına ve hayal dünyalarına da bir kapı açıyor. Homage to Zgougou the Cat'le bizi sevgili kedisi Zgougou'yla tanıştıran Varda ve Cat Listening to Music'le bütün film boyu piyanonun üzerinde yatıp çalan müziği dinleyen kedisini yakın çekime alan Marker, sevginin en saf formunun bir Left-Bank yönetmeniyle kedisi arasında kurulduğunu kanıtlar nitelikte. Toute la Memoire du Monde'da Fransız Milli Kütüphanesinin tozlu rafları arasında bizi bir yolculuğa çıkaran Resnais, bu kütüphaneyi muazzam benzetmelerle bilginin gotik bir katedrali olarak sunuyor ve bir üniversite öğrencisi olarak vaktimin önemli bir kısmını geçirdiğim fakat çoğu zaman pek de üzerine düşünmediğim yapılar olan kütüphanelere bakışımı bana sorgulatıyor. Sans Soleil'in çekimleri sırasında San Francisco'da denk geldiği ucube yapıları filme alma içgüdüsüne karşı koyamayan Marker ise, günlük hayatımızda yanından geçip gittiğimiz pek çok şeyin yaratıcı bir gözle bakıldığında nasıl da bir Junkopia'ya dönüştüğünü, normatif dünyanın ucubelerinin sanatçıların ütopyalarında devleştiğini gözler önüne seriyor.


Sinema tarihinin hala daha tam olarak keşfedilmemiş bir incisi olan Rive Gauche grubu, onlar gelene kadar adına sinema denmiş her şeye olan başkaldırıları ve umursamazlıklarıyla bize hiçbir zaman geleneğin rahatlığına kendimizi teslim etmememiz için ilham veriyor. Belki de seyircisini bu kadar iterken bir yandan da bu kadar kendine bağlayan başka kimse olmadı. Ama Resnais, Varda ve Marker'ın adım izlerini ezberleyip takip ederek değil, fakat baştan çıkarıcı çağrılarına kulak vererek, adımızı bu kural koyucu değil yıkıcı tanrıların yanına yazdırmak neden mümkün olmasın...



Rive Gauche akımını kendi başlarına keşfetmek isteyenler için, özenle seçerek hazırladığım ve halihazırda üzerinde çalışmaya devam ettiğim daha geniş bir film listesi: https://boxd.it/5xZXK



224 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page