Sessizliğin gücüyle yalnızlık, arzu ve umutsuzluğun portresinin çizildiği bir Tsai Ming-liang filmi I Don’t Want to Sleep Alone. Dört güçlü karakterin etrafında dönen bu “sessiz hikaye”, özellikle modern sinemaya etkisini bırakmış ve kuir sinema için de yine sessiz bir uyanış sağlamış olacak ki ülkesinde yıllarca farklı sebepler sunularak yasaklanıyor.
Filmdeki karanlık ve umutsuz havayı ilk sekanstan itibaren görmeye başlıyoruz. Evsiz bir adamı canlandıran Lee Kang-sheng, dilini bilmediği bir şehirde önce darp ediliyor, hastalanıyor ve sonra da bir grup insan tarafından bir döşek içerisine sarılıp bakılmak üzere götürülüyor. Ona bakacak olan karakterimiz, aynı zamanda döşeğin de sahibi olan Rawang (Norman Atun) oluyor; yatağı temizledikten ve kuruttuktan sonra ismini bile bilmediği bu evsiz ve hasta adama gerçekten bir bebek gibi bakmaya başlıyor. Öte yandan paralel olarak devam etmekte olan başka bir hikaye de filmin içine dahil oluyor. Lee Kang-sheng diğer hikayede bu sefer felçli, annesi tarafından tacize uğrayan ve bakıma muhtaç bir genci canlandırıyor; onun aracılığıyla gencin bakımını üstlenen, ailenin adeta kölesi durumunda kalan bir kadını tanıyoruz; bu karakter film boyunca umutsuzluğun, kapana kısılmışlığın bir kadın üzerindeki resmini anlatıyor bize.
Yazının başından beri de vurguladığımız gibi film içerisinde sürekli hissedilen bir yalnızlık var. Karakter kurgusu ve hikayenin yanında mekanlar da bu yalnızlık hissini kuvvetlendirecek şekilde özenle seçilmiş. Yönetmen belki de şehrin en karanlık ve en yıkık mekanlarını bulmuş hikaye için. Ev gibi olmayan bir ev, eski bir kafeterya, Rawang’ın çalıştığı şantiye alanı...Böyle bir karanlıkta neredeyse her şey baskılandıkça, karakterlerimizin duygu durumlarını okumamız zorlaştıkça baskılanamayan tek bir his var: Arzu.
Filmdeki erotizmin artık gözardı edilemeyeceği noktada, arzu nesnesi kişi/ kişiler hakkında bir kafa karışıklığı baş gösteriyor. Evsiz Adam ile Bakıcı Kadın arasında bir çekimin olduğunu görüyoruz; Evsiz Adam iyileştiği anda kendini kadının yanında buluyor. Öte yandan asıl ana karakter olan “yatağın” sahibi ve Evsiz Adam’ı iyileştiren Rawang’ın arzularını bu noktada gözden kaçırabiliriz belki; ancak asıl arzu kavramının işlendiği nokta orası. İyileştirdiği, yıkadığı, giydirdiği ve yatağında ona yer ayırdığı adamın kendisine bir şeyler borçlu olduğunu düşünüyor belki. Belki de Evsiz Adam’ın başka birisine ilgi duyduğu bilmek ona kıskançlık hissettiriyor.
Ya da belki de sadece yalnız uyumak istemiyor.
Rawang’ın karakteri film içerisine öyle güzel yerleştirilmiş ki Evsiz Adam’ın Bakıcı Kadın’ı yatağa getirmesiyle birlikte hisssettiği öfkenin, o öfkeyle de Evsiz Adam’ın boğazına keskin bir konserve kapağı dayamasından önce Rawang karakterini tam anlamıyla fark etmiyoruz bile. Ana karakter olarak gördüğümüz kadın ve erkek temsillerine yoğunlaşıyoruz. Her kuir sinema örneği bir açıdan dualizme karşı çıkarken, ikili cinsiyet rollerini yıkıp geçerken bu filmde bu yıkımın bir dualizm üzerinden işlendiğini söylememiz mümkün. Rawang kadının ve erkeğin arasında bir noktada, heteronormatif bir dünyada kuir bir temsil sunuyor bize. Bunun yanında yönetmenin aşk ve yalnızlık temalarını iki ayrı kutup gibi işlediğini de söyleyebiliriz. Rawang yalnızlığının ilacını bulduğu bir insana karşı ihtiyaç beslemeye başlıyor, her ne kadar hasta ve bakıma muhtaç olan Evsiz Adam olsa da bir o kadar da muhtaç konuma düşen Rawang oluyor. Bu noktada da bambaşka bir görüş açısıyla aşk temasını işlemeye başlıyor yönetmen.
Öte yandan iki hikayenin birleşme noktası da diyebileceğimiz, film boyunca hiç konuşmayan, yataklara düşen sonra da Rawang sayesinde iyileşen Evsiz Adam’la paralel hikayedeki felçli genç arasında bu kadar benzerlik olması da tesadüf değil gibi sanki. Bakıcı Kadın’la Rawang arasında da yine birçok benzerlik görüyoruz: ikisi de bir insanın bakımını üstleniyor. Kendi yalnızlıklarını bebek gibi baktıkları kişilerle tedavi etmeye çalışıyorlar.
Gelelim imgesel olarak bütün filmi doldurup taşıran “yatağa”. Yatak, sinema tarihi boyunca birçok anlamda, birçok bağlamda kullanılmış bir eşya . Bu filmde ise yönetmen bir “yatağa” ne kadar çok imge sığdırabilirim gibi bir düşünce içerisine girmiş. Yatak, Rawang için birlikteliği temsil ediyor; yalnızlığından kurtulduğu kutsal bir yer olarak görüyor onu. Evsiz Adam’a baktığı kadar yatağa da bakıyor, onu yıkıyor, temizliyor, çarşafları değiştiriyor. Evsiz Adam için ise rahatlığı ama bir yandan da şehveti temsil ediyor. Filmin en çarpıcı sahnelerinden bir tanesini yine bu yatakta görüyoruz. Kuala Lumpur’u orman yangınlarının yarattığı bir hava kirliliği sarıyor. Karanlık olan şehir gittikçe daha derin bir karanlığa gömülürken bu kirliliğe aldırmadan sevişmeye çalışan Evsiz Adam ve Bakıcı Kadın’ı görüyoruz. Nefes almanın bile mümkün olmadığı bir şantiyede, bastırılmış her duygunun içerisinden kendini kurtaran arzunun inanılmaz bir işlenişi bu. Zaten filmin kırılma noktası bu oluyor; Rawang’ın kıskançlığı gözler önüne seriliyor. Kutsal olarak gördüğü yatağa başka bir bedenin girmesi onun için yıkıcı oluyor. Öteki hikayede ise üzerinden umutsuzluğun kavramının işlendiği felçli genç için yatak, kafesi temsil ediyor. Yatak onun yaşam alanı, hareket edemiyor, başka bir yere gidemiyor. Bakıcı Kadın’ın ise kendine ait düzgün bir yatağı bile yok.
Filmin sonlarına doğru diğer filmlere kıyasla daha kapalı işlenmiş bir aşk üçgeninin içinde kaldığımızı anlıyoruz. Rawang’ın kıskançlıkla Evsiz Adam’ın boğazına konserve kapağı dayamasından sonra Evsiz Adam ilk defa Rawang’a karşı bir minnettarlık ve sevgi ifade ediyor; elini yanağına koyuyor ve gözyaşlarını siliyor. Rawang, sevdiği(?) adamın elini öpüyor ve o noktada ona zarar veremeyecek kadar sevgi dolu olduğunu görüyoruz. Öte yandan Evsiz Adam’ın hareketi üzerine birçok yorum yapabiliriz. Minnettarlık olarak yorumlanabilir bu hareket, ya da sessiz bir aşk göstergesi de olması mümkün. İkisi arasındaki ilişki oldukça kapalı bir şekilde işleniyor; ama bir noktada bütün bakışmaların ve bütün temasların birleştiğini söylememek de filmin işleniş şekline haksızlık olur. Aralarındaki çekimi göz ardı etmek belki de filmdeki asıl arzu kaynağını göz ardı etmek olur. Kendine ait yatacak düzgün bir yeri bile olmayan Bakıcı Kadın’ın durumu ise tamamen farklı. Hikaye boyunca köleleştirilmiş, kendine ait bir hayatı olmayan kadın temsilini, özellikle sevişme sahnesinde ilk defa bir duygu yoğunluğu içerisinde izliyoruz. Yine film boyunca asla düzgün okuyamadığımız bu karakterin o sahnede hissettiği ve yansıttığı -hatta film boyunca yansıttığı- tek duygu arzu oluyor.
Dış ses kullanımı da mekan seçimi kadar önem taşımış bu filmde. Diyaloglar ne kadar azsa duyduğumuz radyo yayınları, şantiye ve sokak sesleri de bir o kadar baskın.
Final sahnesi bütün bir Tsai Ming-liang filmografisindeki en güzel sahnelerden birisi olabilir. Yatağı suyun üstünde karanlıkta süzülürken ve üç aşığı da yatakta sarılıp uyurken görüyoruz. Eski ve kirli bir döşek onların birleştirici noktası, yalnız uyumadıkları bir yer olarak kadrajdan çıkıyor. Filmin tek huzur dolu çekilmiş sahnesi olarak değerlendirebileceğimiz sahne işte bu.
Özellikle son yirmi yılda sinema sektöründe daha çok kuir temsil görmeye başladık; Tsai Ming-liang Uzak Doğu sinemasında kuir temsili için birçok noktada uyanış sağlamış bir yönetmen olarak hafızalarda yer etti. I Don’t Want to Sleep Alone, aşk, yalnızlık, umutsuzluk temalarının incelikle ve ilk bakışta göremeyeceğimiz şekilde işlendiği mükemmel bir film olarak, yalnız uyumak istemeyenlere ve toplum tarafından ötekileştirilmiş her bireye bir sığınak olarak varlığını sürdürecek.
Comments