Persepolis: Tek Başına Direnmenin Dayanılmaz Ağırlığı
- Nehir Liman
- 4 gün önce
- 4 dakikada okunur
Yönetmen Marjane Satrapi’nin otobiyografik filmi Persepolis, bir kız çocuğunun gözünden İran’ı anlatır. Film; devrimi, savaşı, savaştan kaçışı ve o kaçışın ne kadar yabancılaştırıcı olduğunu kemiklerimize kadar hissettirir. Bu süreci, kaçmasına rağmen büyük bir sevgiyle bağlı olduğu İran ve kendine yeni bir hayat kurmaya çalıştığı Batı arasında kalmış bir kadın olan Marjane’nin gözünden izleriz. Marjane bu boşlukta kendini o kadar yalnız hisseder ki birlikte direnmenin neşesinin ve gücünün tadına varamaz, kendisini sonsuz bir döngü içerisinde bulur.
Her şey Marjane’in küçüklüğünde, İran’da devrim rüzgarları eserken başlar. Marjane ailesinin komünist görüşlerinden bağımsız olarak toplumdaki baskın görüşe uyarak Şah’ı destekler ve onun “tanrı tarafından gönderildiğini” düşünür. Bu dönemde Marjane’in masumluğunun altı çizilir. Protestoları camdan izlerken ne olduğunu anlamadan protestocularla eğlenmesi buna bir örnektir. Ailesinin devrimci geçmişini öğrenmesi ve ülkedeki büyük çaplı değişimler sayesinde Marjane’in politik olarak uyanışını görürüz, bunu nereye yönlendireceğini bilemediği öfkesi takip eder. Diğer çocuklarla birleşip Şah’ı destekleyen ailelerin çocuklarına kafa tutar, oysa esas sinirlediği kişilerin o çocuklar olmadığının farkındadır. İçindeki ateş yanmaya devam ederken o ateşi bir amaca yönlendirebilmiş insanlara hayranlık beslediği bir süreç başlar. Amcası Anouche da bu idollerden biridir, Marjane’i hiç sahip olmadığı kızı gibi sever. Anouche, Marjane’in yaşadığı toplumu anlamasını sağlamak için ona hikayesini anlatır ve aralarında kırılmaz bir bağ oluşur. Filmde Anouche’un hikayesi onun ağzından anlatılır, filmin ilerleyen kısımlarında da Marjane dışında anlatıcılar görürüz. Her ne kadar esas anlatıcı Marjane olsa da başlarda gördüğümüz başka anlatıcılar kolektif bir anlatı algısı oluşturur, zaman içerisinde bu anlatı tamamıyla bireysel bir anlatıya dönüşür. Aynı Marjane’in direnişi gibi.

İran’a İslam rejiminin gelmesiyle Marjane’in hayatı kökten değişir. Amcası tekrardan hapse atılır, Marjane devrim öncesi yaşadığı hayattan koparılır. Kendisine sistemin içinde ufak sevinçler bulur, yeni rejimi yasakladığı kasetleri dinler, kıyafetlerine yazılar yazar ve bunların hepsini arkadaşlarıyla yapar. Belki de Marjane’i tam anlamıyla mutlu gördüğümüz son zamanlardır bunlar. Rejimin zorladığı bu genç kızlar birbirlerine sahiptirler ve onlara kaçak yollardan aldıkları kasetleri dinlemek kadar mutluluk veren bir şey yoktur dünyada. Okul yaşlarındaki bu kızlar rejime yapabilecekleri en iyi şekilde kafa tutarlar: rejimi hayatlarında kabul etmezler. Rejimin yasaklarını birlikte zorlarlar, birlikte direnirler.
Marjane bu dönemde daha cesurdur, hayatının kalanına göre daha büyük adımlar atar. Örgütlü mücadeleden koparılmanın Marjane için başka bir etkisi de budur. Hayatının ilerleyen dönemlerinde kendisini toplumun verdiği kutulara koymaya çalışır ancak hayatında birlikte mücadele verdiği insanların olduğu bu dönemde hayatını nasıl istiyorsa ona göre yaşar. Filmin ilerleyen kısımlarında Doğu-Batı çelişkisi içerisinde göreceğimiz Marjane; bu dönemde Batı medyasını tüketirken, İran’da bir kadının giymesi ayıplanan kıyafetler giyerken arada kalmışlık hissetmez. Çünkü aitlik hissini ona veren bir mücadelesi vardır.

Marjane’in hayatı ailesinin onu Viyana’ya göndermesiyle yeniden tepetaklak olur. Kendisine ufak bir nefes olan beraber direnme pratiği elinden alınmıştır. Önce melankoli sarar onu, sonra da normalleşme. Gittiği okulda arkaşlar bulur kendine, okulun “marjinal” tipleridir bunlar. Ancak çevresindeki kimse ne devrimi ne savaşı Marjane’in anladığı gibi anlamaz. Hayatın boş olduğunu düşünen nihilistlere uyum sağlamaya çalışır bir süre ama amcasının hayaleti yanı başındayken her şeyin anlamsız olduğunu düşünen bu insanlarla anlaşamaz. Marjane’in gördüklerini ve yaşadıklarını onunla paylaşamayan bu insanlar Marjane’i anlayıp onunla direnemezler elbette. Başka insanlar bulur arkadaşı olacak ama hiçbiri Marjane’i İran’daki arkadaşları kadar anlamaz. Bu anlaşılamamazlık ve ırkçılık yorar Marjane’i, hatta Fransız olarak tanıtır bir süre kendisini. Onların müziklerini dinler, onların yaptıklarını yapmaya çalışır ama eninde sonunda patlar. İranlı olduğunu ve bundan gurur duyduğunu haykırır insanların suratlarına. Yine anlaşılmaz tabii ki, kökenlerinden dolayı baskılanmamış insanlar Marjane’in bu sahiplenişinin ne kadar güçlü olduğunu algılayamaz.
Nereye yönlendireceğini bilemediği öfkesini dindirmeyi dener bu sefer Marjane. Viyana’da gördüğü ırkçılığı bastırır, evinin anılarını bastırır, öfkeyi bastırarak yok etmeye çalışır. Ama öfkesi dinmez ve her seferinde patlar. Her öfke krizini depresyon takip eder Marjane için. Ne öfkesini ne mutsuzluğunu paylaşabileceği biri vardır yanında. İlişkilenir, arkadaşları olur ama kimseyle paylaşamaz bu isyanı. İçindeki ateşi anlayabilecek insanlar bulmaya çalışır ama kimseyle paylaşamadığı bu ateş içten içe yakar kavurur onu. En sonunda her şeye sinirlenmeye başlar, çocukluğuna geri döner ve öfkesini öfkesinin sebebi olmayan insanlardan çıkarır. Uyum sağlayamadığı bu şehre ve insanlara isyanını haykırır.

Viyana’daki son öfke krizi onu evsiz bırakır ve büyük bir melankolinin içine düşer Marjane. Tek başına direnmek onun için zordur ve tüm enerjisi bitmiştir artık. Bu derin depresyonunu sokaklarda geçirdiği süreçte hasta olur ve en sonunda ailesini arar. Büyük umutlarla, çocukluğundaki mutluluğa ulaşmak için, İran’a döner. İran’a ait hissetmeyi, eve dönmeyi bekler. Ama Viyana onu değiştirmiştir, İran da bıraktığı İran değildir. Döngüsünü yine kıramaz. Akrabaları, bıraktığı arkadaşları, hiç kimse tarafından tam olarak anlaşılmış hissetmez kendisini. Devam eden depresyonu ailesinin uğraşları sayesinde üniversiteye başlamasıyla yerini yeni bir direnişe bırakır. Kimsenin onu anlamadığı bir ülkede direnenlerle aynı taraftadır. Rejim boynundan sıktıkça nefes alacak yer, birlikte nefes alacak insanlar bulmaya çalışır. Ev partilerine katılır, ailesiyle vakit geçirir, okuluna gider, evlenir. Kendisine anlaşılabileceği bir çevre oluşturmaya çalışır, hala tam anlamıyla ait hissetmez ama çabalar. Bu yeni insanlarla kendilerine yeni bir normal yaratmaya çalışırlar. Mutluluğa o kadar açtırlar ki özgür olmadıklarını unutmuşlardır. Bu dönem Marjane’in çocukluğuna en yakın dönemdir. Çocukluğuyla paralellikler de görürüz örneğin çocukken öğretmenleriyle tartışan Marjane, bu sefer üniversiteye gelen konuşmacılarla tartışır. Ancak zaman içinde Marjane bu insanlar arasında da bir o kadar yabancı hissettiğini fark eder. Çocukluğuyla olan paralelliklerle aradaki en büyük fark da budur zaten. Çocukken arkadaşlarıyla ceketine yazı yazarken, arkadaşlarının yanında başörtüsünü çıkardığında arkadaşları sadece izler onu. Ne kadar arkadaşlarının varlığından destek alsa da çocukken kolektif bir direnişin parçasıyken yetişkinliğinde yalnızdır. Bulduğu az miktarda insan da elinden alınınca aynı melankoliye sürüklenir yine. En sonunda kendisini Fransa’ya kaçarken bulur Marjane. Çocukken Viyana’ya kaçışı ailesiyle aldığı bir karardır, bu sefer tek başına karar verir. Film burada bitse de Marjane’in çocukluğunu anlatırken hikayesini süsleyen nostaljiden de anlayabileceğimiz üzere Marjane’nin hayatının o dönemine olan özlemi bitmeyecek ve Fransa, kendini ait hissetmediği yerler listesine eklenecek bir isim olacaktır ancak. Çünkü Marjane ne Batı’nın ne Doğu’nun olabilmiştir, bir yere ait hissedebilmesi için kendisini değiştirmesi bir tarafını silmesi gerekir.

Persepolis hiçbir yere ait hissetmeden, kimse tarafından anlaşılmadığını düşünerek direnmeye çalışmanın öyküsüdür. Direniş; kolektiftir, örgütlüdür, tek başına yapılacak bir iş değildir. Marjane’in düştüğü depresyondan çıkaracak tek şey devrimcinin neşesidir. Öfkesini ve mutsuzluğunu paylaştığı insanlar bulabilseydi Marjane, o insanlar tarafından anlaşılmış ve o insanlara ait hissedebilseydi çocukluğunda Bee Gees kasetleri dinlediği anlar kadar mutlu olabilirdi. Marjane’in bu neşeye kavuştuğunu göremeyiz filmde ama bu neşeye ulaşmak bizim elimizdedir. Beraber direneceğimiz günlere!
Comments