top of page
Melis Şahin

Mucizevi Geri Dönüş: 1990’lar Türkiye Sineması

Yaşadığı son darbeden sonra hızla globalleşme yoluna giren Türkiye’de 1990’ları atlatabilen her şeyi atlatırdı, çünkü elde var olan üretim yorgunu-tüketim çılgını bir Türkiye halkıydı. 12 Eylül darbesinin devamında Turgut Özal’ın neo-liberal uygulamaları ve serbest piyasa ekonomisi adımları nedeniyle özellikle Amerikan pop kültürüne beklenenden daha fazla bir yönelme görüldü. Görsel ve magazinsel bir dönüşümün aşamalarını hızla fakat bilinçsizce geçiren Türk halkının değişimi, sanat ve eğlence sektörlerinin hemen hepsinde hissedildi. Pop rüzgarlarının estiği müzik, üretimin ve tüketimin en fazla olduğu eğlence sektörüydü. Özel kanalların da sahneye çıkmasıyla birlikte televizyon ve buna bağlı sektör gün geçtikçe güçlenerek ülkenin önemli yapımcı ve yönetmenlerini tarafına kolayca çekmeye başladı. Ancak tüm bu bolluğa rağmen büyük bir enkazın altında can çekişen bir sektör vardı: Sinema.


1970’lerde altın çağını yaşayan Türk sineması, 1990’larda yok olma tehdidiyle burun burunaydı. VCD-DVD ve video kasetlerin ortaya çıkmasıyla 70’lerin sonunda sinemaya başlayan ilgisizlik, 90’larda zirveye ulaşıyordu. Ayrıca bu ilginin azalmasında televizyon da büyük pay sahibiydi, zira artık her evde baş köşede ağırlanmaya başlıyor ve ev sahiplerinin tüm ilgisini üzerinde topluyordu. Bir de sinemanın yakasından düşmeyen sansür vardı ki sinemaya atılmayı saniyelik de olsa düşünenleri bu fikirden kolayca vazgeçiriyordu. Yirmi yıl öncesine kadar Türk toplum hayatının en değerli mekanlarından biri olan sinema salonları ise tek tek kapatılıyor ve çok az bir sayıyla tamlama oluşturuyordu artık. Prodüktörler, sinemanın bu iç karartıcı fotoğrafını bir köşeye fırlatarak paralarını ve imkanlarını televizyona aktarıyorlardı.


Sinemacıların karşılaştığı genel tablo bu şekilde karanlık, umutsuz ve can sıkıcıydı. Toplumsal eleştirinin göstere göstere yapılamayacağı bu dönemde kişinin içinde olup bitenleri anlatma eğilimi güçlendi. Filmin merkezine konan bireyin üzerinden toplumun duygu ve düşünce dünyasına değinilmeye başlandı. Eski filmlerle karşılaştırıldığında bunlar anlaşılması zor, izlemesi sıkıcı ve verilen paraya yazık eden filmlerdi halka göre. Sinemacılar, uçurumun eşiğindeki Türk sinemasında bir şeyler üretiyor ve ürettiklerinin sonucunda çoğunlukla hayal kırıklığına uğruyorlardı. Fakat hepsinin habersiz olduğu bir şey vardı: 90’lar sineması, Türkiye sineması için beklenmedik bir geri dönüş olacaktı.


1990-1992: Mütevazı Şaheserler Beyazperdede

Türkiye sineması için kritik bir dönem başlıyordu. Ya eski şaşaalı günlerini yakalayacak ya da televizyonun durdurulamayan büyümesi karşısında bir köşede sessiz sedasız varlığını sürdürmeye devam edecekti. 1990’ların ilk üç yılı, sinemanın sanatsallığı açısından çok başarılı örnekler sundu. Yeşilçam’ın melodram yapısı ve dilinden vazgeçilme sinyalleri 90-92 arasındaki filmlerde çok daha şiddetli bir şekilde görülüyordu.

Senarist kimliğiyle sinemaya katılan, ardından yönetmenliğe de başlayan Yavuz Turgul, 1990 filmi “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” ile hem kendisi hem de Türk sineması için farklı bir yolun kapısını araladı. Yeşilçam anlatısı, Yeşilçam efsanesi Şener Şen’in başrolünü üstlendiği bu filmle geri plana atılıyordu. Yalın ve derin anlatımlar, alışılmamış kaliteli çekimler, tanıdık olmayan yeni yüzler ile sinema için umut dolu bir geleceğin ışıklarını tünelin girişinden göstermeye çalışıyordu. Umut verici bir diğer gelişme ise İsviçre-Türkiye ortak yapımı Reise der Hoffnung’un (Umuda Yolculuk) 1990 Akademi Ödülleri’nden “Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü” ile ayrılmasıydı. Her ne kadar ödül, ana yapımcı ülkenin İsviçre olması nedeniyle oraya gitmiş olsa da Türk sinemasında birtakım uyanışları tetiklemeyi başardı. Birkaç sene öncesine kadar pek yüz verilmeyen uluslararası film festivalleri artık Türkiye için daha önemli, daha değerliydi ve yönetmenler, filmlerinin gösterimlerini bu festivallerde yapabilmek için çabalamaya başladı.


Bu yılı takip eden diğer iki yıl da Türk sineması açısından çok değerliydi. Sinematografisi ve anlatımıyla dünya devlerine kafa tutan ve Türk sinemasına günden güne değer kazandıran Piano Piano Bacaksız, Gizli Yüz, İki Kadın, Sarı Tebessüm, Gölge Oyunu ve Dönersen Islık Çal filmleri seyircinin karşısında istediği sonucu alamadı ancak sinema tarihimiz için önemli bir değişikliğin başrolleri olan şaheserler oldular.


1993-1995: Köklü Değişim Çanları Çalıyor


Takvim yapraklarında 1993 yılı görünmeye başlayınca Sinan Çetin sinemada ufak kıpırdanmaları hızlandıracak filmini vizyona soktu. Beraberinde birçok tartışmayı getirse de Berlin in Berlin, sinek avlayan sinema salonlarına kısa süreliğine eski günlerini yaşatmayı başarabildi. Çetin’in filmi sayesinde birkaç yapımcının tekrar sinema sahalarına dönmesi sağlandı ve Türk sineması yıllar sonra ilk kez rahat bir nefes aldı.


Saman alevini andıran bu yükseliş, 1994 yılında devam edemedi. Buna rağmen Türk sinemasının temellerini baştan aşağı değiştirecek filmler gerek devlet gerek birçok sponsor desteği ile yerini edindi. İşte bu filmlerin belki de en güzel örneğini Yeşilçam’ın üretken yönetmeni Atıf Yılmaz Gece, Melek ve Bizim Çocuklar filmiyle verdi. Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşamlarını sürdüren ve toplumun dışladığı seks işçileri, travestiler ve eşcinsellerin hikayesini anlatan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar ne tarz işlerin çıkabileceği konusunda verdiği fikirlerle 2010’lar sinemasına kadar uzanan bir etki yarattı. Yine aynı yıl vizyona giren C Blok, Bir Sonbahar Hikayesi, Yengeç Sepeti, İz ve Çözümlemeler filmleri de kucak dolusu övgü ve ödüllerle taçlandırıldı ve sinemaseverlerin yüzlerine umutlu bir gülümseme kondurdu.


1995 ise öncüllerinden daha farklı filmlerin yılıydı. Televizyon filmi formatında yayına giren Ünal Küpeli filmi Zampara Seyfettin ve Sinan Çetin’in fantastik komedi denemelerinden oluşan Bay E, 90’lar filmlerinin gidişatı üzerinde çok hakimiyet kuramasa da güçlerini 2000 ve sonrası komedi filmlerinde göstereceklerdi. Yılın ödül avcısı filmleri ise şarkıcı Bergen’in hayatını anlatan Canan Gerede filmi Aşk Ölümden Soğuktur ve Ümit Elçi imzalı Böcek oldu. Altın Portakal’ı silip süpüren bu iki film hem ulusal hem de uluslararası birçok film festivalinde gösterime girme hakkını da kazandı. Değişim çanlarının kulakları sağır edecek derecede şiddetli çaldığı bu dönem aslında sinemamızın kurtuluşunu müjdeliyordu.


1996: Türk Sinemasının Canı Bağışlanıyor


Yavuz Turgul, 4 yıllık aradan sonra 4. kez Şener Şen’le film çekimlerine başlarken Türk sinemasını kurtaracağından habersizdi. 29 Kasım 1996’da seyircisiyle buluştu Eşkıya ve ölüm döşeğinde uzanan sinemayı usulca ayağa kaldırdı. İki buçuk milyondan fazla seyirci ve 8 milyon Türk lirasına yakın hasılatla inanılmaz bir geri dönüşün kahramanı oldu. Şener Şen’in “Bizi bizle anlatarak evrenselliğe ulaşabildiğimizi gördük.” sözleriyle tanımladığı Eşkıya, Türk sinemasının gelişimi ve ilerlemesi için mühim bir kırılma noktası oldu. Yıllar sonra dünyanın en büyük film veri tabanı IMDb’nin “Tüm Zamanların En İyi 250 Filmi” listesinde de kolayca yer buldu.


Eski bir eşkıya olan Baran’ın kendisini ihbar edeni bulmaya ettiği yeminin hikayesinden oluşan Eşkıya, senaryosu, karakterleri, sinematografisi ve müzikleri ile Türk kültürüyle harmanlanmış bir filmdi. Klasik ve modern sinema arasındaki çizgide büyük bir ustalıkla yaratılarak sinemacılara da bir nevi ideal Türk sinemasının gösterimini yapmış oldu. Böylece Batı sinemasıyla ilgilenirken Türk kültür mirasının motiflerini gözden kaçıran ve Türk filmlerinin dünya standartlarına Türk ögelerle ulaşamayacağını düşünen birçok sinemacıya yanıldıklarını çok başarılı bir şekilde kanıtlamış oldu. Yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül alan film, 2000 ve sonrası Türk sinemasını da derinden etkiledi. Türk halkını yeniden sinema salonlarıyla buluşturan Eşkıya, şüphesiz Türk sinemasına hayat öpücüğünü sunan filmdi.



Fakat 1996’yı sadece Eşkıya ile açıklamak, bu yılda vizyona girmiş ancak hak ettiği değeri görememiş birçok Türk filmine haksızlık olur. Bu haksızlıktan en büyük payı da Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata’sı alır. Yok denecek kadar bir bütçe ve çok büyük imkansızlıklarla çekilen Tabutta Rövaşata, sokaklarda yaşayan, geceleri sıcak bir yerde yatmak için otomobil hatta otobüs çalan, karnını doyurmak maksadıyla Rumeli Hisarı’ndan tavus kuşu kaçıran Mahsun Süpertitiz’in hayatını anlatır. Toplumun göz ardı ettiği sokak insanlarını, toplumun anlayabileceği şekilde basit fakat bir o kadar da çarpıcı bir tarzda sunan film, aynı sene “En İyi Film Ödülü” başta olmak üzere 12 Altın Portakal’ı kucakladı ve yukarı yönlü bir hareket seyreden Türk sineması için kuvvetli bir umut ışığı daha yaktı. Eşkıya ve Tabutta Rövaşata haricinde Mum Kokulu Kadınlar, İstanbul Kanatlarımın Altında, Işıklar Sönmesin ve 80. Adım filmleri de Türk sinemasının düştüğü yerden daha güçlü ve daha başarılı bir şekilde kalkıp devam edeceğinin adeta sözünü verdi.


1997: Sinema Ölü Toprağından Kurtuluyor


Heyecanlı ve hareketli geçen bir yılın ardından bu sefer sinemacılar çok daha istekli olduklarını fark ettiler. İlk filmi C Blok ile sinema serüvenine başarılı bir giriş yapan Zeki Demirkubuz, adını sinema dünyasına daha güçlü duyuracak Masumiyet’i 1997’de yayınladı. Haluk Bilginer, Derya Alabora ve Güven Kıraç’ın başrollerinde olduğu film, hemen hemen her şeyiyle çok sağlam ve başarılıydı. Seyircinin sıkıca yapıştığı bu film, 1997 Venedik Film Festivali’nde gösterime girdi ve uluslararası eleştirmenlerden tam not aldı. 2006 yılında Demirkubuz’un Kader filmiyle devam ettirdiği Masumiyet, birçok yönetmen, senarist ve seyirciyi etkiledi.

Sinemanın eskisinden çok daha iyi olacağını ise Hamam ispatladı. Türkiye-İspanya-İtalya ortak yapımı Hamam’ın senarist ve yönetmen koltuğunda Ferzan Özpetek yer aldı. İstanbul’un güzelliğini mükemmel bir şekilde gözler önüne seren film, yayınlandığı dönem ve sonrasında kimi kesimlerce ilgiyle kimi kesimlerce nefretle karşılandı. Ancak hiçbir şey, Hamam’ın Türk sineması için çok değerli bir başyapıt olmasını engelleyemedi. İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yaptı ve Altın Portakal Ödülleri de başta olmak üzere birçok ulusal ve uluslararası festivaller tarafından ödüllendirildi.

1997’nin en ses getiren filmi Mustafa Altıoklar imzalı Ağır Roman oldu. Müjde Ar ve Okan Bayülgen’in başrolü paylaştığı Ağır Roman, kenar mahallelerde var olan toplum yapısını tüm çıplaklığıyla sundu ve sinema seyircisi tarafından çok beğenildi. Etkisini bugün bile devam ettiren film, birçok sahnesi ve repliğiyle kült bir film olmayı başardı.


Geriye kalan filmler de başarı doluydu. Yılın ulusal festivallerinin gözdesi Akrebin Yolculuğu, tarih ve sinemanın en güzel harmanlarından Kuşatma Altında Aşk ve gerçeküstü birçok ögeyle donatılmış romantik komedi Nihavend Mucize de 1997 ve sonrası için sinemaya imzasını atmayı başarabildi. Türk sinemasının en değerli yıllarından biri olan 1997, 80’lerden bu yana her gün üstüne ölü toprağı serpilen sinemanın, bu toprağın altından en güçlü haliyle kalktığı yıldı.


1998: Hayranlık Uyandıran Sinema


90’ların başından beri tepesindeki kara bulutları birer birer yok eden sinemamız, 1998’de de kaliteli yapımlarla yolunda yürüdü. Avrupa Konseyi’nin bünyesinde kurulan Eurimages’e 1990 yılında üye olan Türkiye, bu sayede birçok filmi için Avrupa’dan fon ve destek bulmaya başladı. Ayrıca eskiye nazaran filmlere destek konusunda daha eli bol olan Kültür Bakanlığı da maddi sıkıntılar nedeniyle zorluk çeken birçok yönetmene desteğini sundu. Para yönünden artık daha rahat hisseden yönetmenler de verilen desteklerin hakkını fazlasıyla ödemeyi başardılar. Avrupa’nın birçok prestijli festival ve kuruluşları tarafından filmlerimize verilen ödüller de sinemamızın sadece Türkiye’de değil, dünya çapında da hayranlıkla karşılandığının göstergesiydi.

Bir gemi üzerinden memleket incelemesi yapan Gemide, izleyen herkesin kalbini kolayca fetheden filmlerden biriydi. Cannes Film Festivali’nin Uluslararası Eleştirmenler Birliği’nin seçkisine giren Gemide, Serdar Akar’ın yönetmen koltuğunda oturduğu ilk filmiydi. İleride çekilecek iki filmle birlikte aynı adı taşıyan bir seriye dönüşecek olan film, bastırılmış duygu ve düşüncelerin infilak ederken yaratacağı yıkıntıların yalın ve metaforik anlatımıydı. Cannes başta olmak üzere dünya çapında birçok etkinlikten göklere çıkarılarak ayrıldı ve sinemamızın artık hangi çizgide durduğunun daha net anlaşılmasını sağladı.

21. yüzyıl Türkiye’sinin en önemli isimlerinden biri olacak olan Cem Yılmaz, 2000’ler sineması için kilometre taşlarından birine dönüşecek sinema kariyerine Her Şey Çok Güzel Olacak ile başladı. Altan Çamlı isimli bir adamın bar açma hayali için izlediği yol üzerinden gelişen film, 90’lar filmlerinin Türk güldürüsü üzerindeki etkisini anlaşılır şekilde gösterdi. Adıyla bile sinemamıza bir şeyler fısıldayan Her Şey Çok Güzel Olacak, aslında gün geçtikçe güzelleşen Türk sinemasına gelecekteki güzel haberlerin sinyalini vermişti.


1995 Cannes Kısa Film Yarışması’nda Koza ile yarışan ve ilerleyen senelerde Türk sineması için bir kıvanç kaynağına dönüşecek Nuri Bilge Ceylan’ın ilk uzun metrajlı filmi Kasaba, Türkiye’nin 1998 Oscar adayı Reha Erdem filmi Kaç Para Kaç ve bir kadının iyileşme ve kurtulma macerasını anlatan, Altın Portakal’ca “Yılın Filmi” seçilen Yara filmleri de birçok film otoritesine parmak ısırtarak sinemamıza duyulan ilgi ve hayranlığı arttıran yapımlar arasındaydı.


1999: Efsaneye Gösterişli Veda


Ve unutulamayacak bir dönemin sonuna gelinmişti. Sinemacılar, 90’lara yaraşır bir veda için her şeylerini ortaya koydular ve harika filmlerle efsanevi döneme efsane bir veda busesi verdiler.


2000’lerde başlayacak yakın tarih film-dizi furyasının öncülerinden Salkım Hanım’ın Taneleri, 1999 senesinin ulusal anlamda en ilgi gören filmiydi. İkinci Dünya Savaşı Türkiye’sini anlatan film, birçok siyaset ve tarih tartışmalarının fitilini ateşledi. Kavgalar ve yükselen seslere rağmen sinema eleştirmenlerinin alkışlarla karşıladığı Salkım Hanım’ın Taneleri, birçok festival tarafından “Yılın Filmi” seçildi ve tarihin sinemayla sunulması yolundaki yeni girişimler için de saygıdeğer bir örnek oldu.

2000 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan ve birçok önemli festivalde kayda değer başarılar kazanan Mayıs Sıkıntısı, 1998 çıkışlı Kasaba’nın devamı olarak vizyona girdi. Nuri Bilge Ceylan’ın Rus yazar Anton Çehov’a adadığı film, alışılmamış bir anlatım denese de kitlelerin düzdüğü methiyelerle buluşmayı başardı. Avrupalı film kuruluşlarının da beğenilerini ödülleriyle takdim ettikleri Mayıs Sıkıntısı, Türk sineması için farklı ama değerli bir bakış açısının bir eseriydi.


Bunlar dışında Hamam’ın yönetmeni Ferzan Özpetek’in 1908 İstanbul’unda bir aşk hikayesini seyirciyle buluşturduğu Harem Suare, geçen yılın başarılı filmi Gemide’nin devam filmi Laleli’de Bir Azize, Masumiyet’le harikalar yaratan Zeki Demirkubuz’un başka harikalar daha yarattığı Üçüncü Sayfa ve Türk sinemasının yıldızlarından Kemal Sunal’ın veda filmi Propaganda, tüm zorluk ve imkansızlıklardan alnının akıyla sıyrılan 90’lar Türk sinemasına hazırlanan veda töreninin en güzel katılımcılarıydılar.


1990’lar, Türk sinemasının çok zayıf nabızla ameliyat masasına uzandığı fakat becerikli Türk sinemacılarının dünya üzerinde var olan tüm olanakları en etkili şekilde kullanarak masada ölümü bekleyen sinemayı baştan yaratarak bambaşka bir şekle soktukları dönemdi. Sinema tarihimizin en önemli durağı 1990’lar, dün ve bugün olduğu gibi gelecekte de sinemacılara ilham vermeye ve her bir tökezlemede tüm ışığıyla parlayarak kaybolmuş sinemacılara yol göstermeye devam edecek.

1.311 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page