Türkiye’de basın özgürlüğü; sadece bugün değil, cumhuriyet tarihinin her döneminde büyük bir sorun oldu. Bugün sayfalarını ezilenlerin mücadelesine, ezenlerin sınır tanımazlığına kapayan büyük ‘holding’ gazeteleri; bundan 30 yıl öncesine gittiğimizde de halkın değil, bürokratik mafyanın yanında yer alıyordu. Bölge muhabirlerinin merkeze gönderdiği haberleri 180 derece değiştirip kendilerince ‘makul’ hale getiren bu gazeteler gerçeğin üstünü örtmeye çalışırken, ‘Özgür Gündem’ gibi bağımsız gazeteler doğru haberciliğin kavgasını veriyordu. Sedat Yılmaz da Basın (Press) filminde bizlere bu mücadeleyi anlatıyor.
1992-1993 yıllarında geçen film; gazetenin ayak işlerini yapan, bozulan eşyaları tamir eden, büroda yatıp kalkan ve gazeteciliği öğrenmeye çalışan Fırat’ın merkezinde olduğu bir anlatı ile Kürt halkının ve gazetecilerin üzerindeki devlet baskısını işliyor. Ağırlıklı olarak Diyarbakır’da geçen film, şehrin yabancılara pazarlanan sevimli ve sahte yanını değil, halkın gördüğü gerçek ve problemli yanını kendisine mekân ediniyor. Yerli yapımlarda sıkça gördüğümüz; şehirlerin gerçek yüzünü saklayıp, izleyenlere ‘ne kadar güzel yerde yaşıyor buranın insanları, cennet gibi yer.’ dedirtme çabasına rastlamıyoruz burada. Çünkü Sedat Yılmaz; Diyarbakır’ın cennet olmadığını, halkın harika bir şehirde sorunsuz bir şekilde yaşamadığını göstermek istiyor seyirciye. Peki Diyarbakır’ın sorunlu bir şehir olmasının nedeni ne? Basın’ın bu soruya verdiği cevap net: Devlet baskısı.
Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden olan 90’lar, en çok da Kürtler için karanlıktı. Terörle mücadele adı altında Kürtler üzerinde muazzam bir baskı kuruldu, faili meçhul cinayetlerle yüzlerce insan katledildi. Ülkenin doğusunda demokrasi askıya alındı, sokağa askerler indi. Kürt halkı beyaz Toroslar ve askeri araçlarla çevriliydi. Filmimizin de konusu olan gazeteler üzerindeki baskı hiç olmadığı kadar yoğundu. Gazetelerin dağıtımına müsaade etmeyen devlet; gazetecileri kaçırıp başına silah dayamak, gazete bürolarını basmak, gazeteyi satan büfeleri tehdit etmek, eğer tehditleri işe yaramazsa o büfeleri yakmak, sokak ortasında gazeteci öldürmek gibi yöntemler kullanarak; gazetecileri susturmak, halkı sindirmek, direnişi kırmak istiyordu. Başarılı olamadı. Gazeteciler haber yapmaya, halk direnmeye devam etti. Devletin Kürtler üzerindeki baskısı ne 90’larda başladı ne de orada kaldı. Yıllar geçti, iktidarlar değişti, sistemler değişti, iyiyle kötünün yeri değişti ama Kürtler üzerindeki baskı da, halkın baskıya karşı duruşu da 90’larda kalmadı, devam etti.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin her döneminde vardı bu baskı ve bugün de artarak devam ettiğini görmekteyiz. Kürt siyasetçiler tutsak, halkın seçme ve seçilme hakkı elinden alınmış, şehirlere asker - polis doldurulmuş, işkence ve infaz normalleştirilmiş ve devlet bunu gizlemiyor. Herkes yaşananlardan haberdar ama ezilen Kürtler olunca ülkenin batısındaki ‘özgürlükçü’ sesler pek de gür çıkmıyor. Devlet, bir adama işkence edip helikopterden atıyor ama attığı adam ‘onlardan’ olmadığı için kendisine muhalif diyebilenler de sesini yükseltmeye tenezzül etmiyor. Çünkü Kürt düşmanlığı sadece iktidarla sınırlı değil. İktidara karşı olmak, muhalefeti Kürt halkına dost yapmıyor. Hatta konuşmaya başlarken bunu hemen belirtiyorlar ki maazallah Kürtlerin yanında yer aldıkları, onları savundukları sanılmasın, milli duruşlarına zarar gelmesin. Tepedeki Kürt düşmanlığı halka da sirayet ediyor tabii. Kuruluştan bugüne süregelen sistematik ırkçılık halkı da zehirlemiş durumda. Batının büyük şehirlerine çalışmaya giden Kürt inşaat işçileri de ırkçılığa maruz kalıyor, mevsimlik işçi olarak Karadeniz’e fındık toplamaya giden Kürtler de. Berbat koşullarda, Türk işçilerden de ucuza çalışan bu insanlar hem sömürülüyor hem de bu insanların yüzlerine karşı nefret kusmakta hiçbir beis görülmüyor. (Bu muamelede işçilerin etnik kökeni kadar sınıfsal konumunun da önemi var tabii.) Toplum, Kürtlerin maruz kaldığı ırkçılığa, işkenceye, asimilasyona, her türlü eziyete karşı sessiz kalıyor; yaşananları görmezden geliyor. Tıpkı Basın 2011 yılında vizyona girdiğinde ulusal medyanın görmezden gelmesi, ekranlarını ve sayfalarını filme kapaması gibi.
Sedat Yılmaz’ın Basın’ı birçok yönden oldukça etkileyici bir film. Basın özgürlüğü üzerine yoğunlaşan anlatısının yanında film, toplumsal sorunları daha geniş bir perspektifte ele alarak sadece gazetecilerin değil halkın da sorunlarını bize taşıyor. "Ben basın özgürlüğünü işliyorum, sadece gazetecilerin sorunlarını anlatacağım" demeyen film, basın özgürlüğü probleminin, halkın sorunlarına inmeden tam olarak anlatılamayacağının bilincinde olarak yola çıkıyor. Büfecinin sorunlarını da görüyoruz filmde, fotoğraf stüdyosunun üzerindeki baskıyı da. O ortamda çocuk olmanın ne olduğunu gösteriyor bize film. Tankların dolaştığı mahalle aralarında oyun oynamanın nasıl bir şey olduğunu izliyoruz. Kürt çocukları için okumanın imkansızlığını görüyor, Fırat’ın kendisine çizdiği yol üzerinden bu imkansızlığı nasıl aştığına şahit oluyoruz. Aşiret - asker ilişkilerini, bu aşiretlerin gücünü görüyoruz.
Film; Kürtler arasındaki devletçi - yurtsever çatışmasına da değiniyor, bölgedeki güç sahibi ailelerin mücadelesine de. Kürt toplumundaki üç ana kutbu gösteriyor bize: Devletçiler, Yurtseverler, Ilımlılar. Filmde en az rastladığımız grup Ilımlılar oluyor. Ilımlı tabiri bu grubu tanımlamakta eksik kalıyor aslında: Yurtseverleri destekleyen ama aktif bir mücadele içerisinde olmayan bir gruptan bahsediyoruz. Bu gruptakilerin kimi ölüm korkusundan, kimi geçim derdinden, kimi ise o cesareti kendinde bulamadığından dolayı aktif bir mücadele vermiyor, iki gruba da ‘ılımlı’ yaklaşıyor. Böyle konumlanan bir gazeteyi bile görüyoruz. Yaptığı bazı haberler ‘fazla cesur’ bulunduğu için çalıştığı gazete tarafından yayınlanmayan bir muhabir, filmin de odağında olan Özgür Gündem gazetesine getiriyor bazen haberlerini.
Filmi eleştirebileceğimiz en önemli nokta filmde kadının yeri oluyor. Filmde gördüğümüz tek kadın, gazetenin Songül isimli sekreteri. Kadın gazeteci, muhabir, fotoğrafçı gibi hiçbir karaktere rastlamıyoruz film boyunca. Sanki Kürt solunun mücadelesinde sadece erkeklere yer varmış, kadınlar da ancak telefonları cevaplamak, faksları ulaştırmak gibi işlere yararmış gibi bir izlenim veriyor film. Kürt solu için böyle bir şey söylemek kesinlikle doğru değil. Kadınların mücadelenin tamamen içinde olduğu ve erkeklerle eş görevler aldığı Kürt solunu böyle anlatması, filmi gözümüzden biraz düşürüyor.
Düşük bütçesinden dolayı biraz ucuza kaçılarak yapılmış enteresan görsel efektleri ve bazı diğer teknik problemleri olsa da bu sorunlar pek göze batmıyor açıkçası. Oyunculuklar genel olarak ortalama diyebiliriz. Ancak Aram Dildar (Fırat) diğer oyuncu arkadaşlarının ötesinde, oldukça başarılı bir performans sergiliyor ve Altın Portakal’da ‘Jüri Özel Ödülü’ kazanıyor.
Yazıma filmin sonunda akan metinle son veriyorum.
Özgür Gündem gazetesi 30 Mayıs 1992’de yayın hayatına başladı. Yayınlanan 580 sayısının 486’sı hakkında dava açıldı. Gazete hakkında 3 kez 30 gün, 15 kez 15 gün, 2 kez 10 gün kapatma kararı verildi. 1993 yılından itibaren OHAL bölgesinde satışı yasaklandı. 14 Nisan 1994’te mahkeme kararıyla tamamen kapatıldı. Sorumlu Yazı İşleri Müdürleri hakkında toplam 147 yıl hapis cezası, 20 milyar 45 milyon lira para cezası verildi. 1992 yılında, öldürülen gazeteciler sıralamasında Türkiye birinci oldu. 1992 yılında 14 gazeteci, 2 gazete dağıtımcısı öldürüldü. 1993 yılında 9 gazeteci, 13 gazete dağıtımcısı ya da bayii öldürüldü. 1994 yılında 7 gazeteci, 2 gazete dağıtımcısı öldürüldü.
Comments