Bu yazı ilk kez 1 Mayıs 2020 tarihinde yayımlanmıştır.
Günlerden 1 Mayıs, işçilerin, emekçilerin bayramı. Ne yazık ki bu seneki kutlamaları evde yapmak durumundayız. Pandemi gündeminin yön verdiği olağanüstü koşullar, olağanüstü günler doğurdu.
Yazar kadrosu olarak topluca ortaya çıkardığımız bu liste, hem okuyuculara evde vakit geçirirken izleyebilecekleri işçi sınıfı mücadelesi temalı filmlerden bir öneri demeti işlevi görmeyi, hem de ele aldığımız filmler üstüne düşünen incelemeler sunmayı hedefliyor.
Bu vesileyle sinema tarihinde işçi temsili merkezli kronolojik bir yolculuğa çıkıyoruz. Listede yer alan ve halihazırda izlediğiniz bir filmin incelemesinin tamamını okumak için paragraf sonunda yer alan butona tıklamanız yeterli. Keyifli okumalar, belki de keyifli keşifler dileriz.
STAÇKA: Solcu Sinemanın Yükselişi (Yön: Sergei Eisenstein, 1925)
Yazan: Berkin Durmaz
Sinema tarihinin en büyük dâhilerinden Sergei Eisenstein’ın ilk uzun metraj filmi Staçka (Grev), yönetmenin daha çok bilinen Potemkin Zırhlısı’nın biraz gölgesinde kalsa da gerek kendisiyle ve kaçınılmaz olarak dönemin Sovyet sinemasıyla özdeşleştirilen sinematik teknikleri ilk kez kullandığı film olmasıyla, gerek de Potemkin’le rahatlıkla karşılaştırılabilecek anlatım gücüyle kendi başına incelenmeyi fazlasıyla hak eden bir filmdir. Bir işçinin intiharıyla başlayan bir grevi konu alan film; bu grevin ekonomik baskı, provokasyon girişimleri ve en sonunda vahşi bir şiddetle (bu yöntemlerin aradan geçen 95 yılda çok değişmediğini görebiliyoruz) bastırılması sürecini o zamana kadar görülmemiş sofistikelikte bir sinematik dille aktarır. İroniktir ki tıpkı Potemkin gibi çıktığı dönemde Sovyetler Birliği sinema çevrelerinde beğenilmemiş, işçi mücadelesini yönetmenin sinema formuyla ilgili deneylerine alet ettiği gerekçesiyle eleştirilmiştir ve sinema tarihindeki bu eşsiz yerini daha sonra batıdaki sol eğilimli sinema teorisyenleri tarafından keşfiyle almıştır.
METROPOLIS: Makinenin Vidaları ve Mücadelenin Senfonisi (Yön: Fritz Lang, 1927)
Yazan: Deniz Ekim Tilif
Henüz bir tür olarak bilim-kurgunun adının dahi konmadığı 1927 yılının ürünü zamansız Fritz Lang başyapıtı Metropolis’in ilk günkü etkileyiciliğini bugün dahi korumasının geçerli sebepleri var. Her şeyden önce sinema tarihinin belki de o güne kadar gördüğü en etkileyici set dekorlarına ve özel efektlere sahip film, halen ince işçiliğiyle kendisini ilk defa izleyenleri hayrete düşürüyor. Aşk, aydınlanma, doppelganger ikilemi, manipülasyon gibi sayısız temayı şaşırtıcı ustalıkla ele alan veya önceleyen film, ayrıca sınıf mücadelesine dair günümüzde bile fazlasıyla tanıdık kelamlar fısıldıyor kulağımıza.
MODERN TIMES: Çarklar Arasında Minik Bir Dost (Yön: Charlie Chaplin, 1936)
Yazan: Bekir Arslan
Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filmi işçinin toplumdaki rolünü, işindeki yerini, hayatını ve durumunu çok güzel ve sade bir şekilde anlatıyor. Bu konuda çok başarılı olduğu su götürmez bir gerçek. Hayatın gerçeklerini tüm saflığıyla, doğruluğuyla ve olduğu gibi aktarıyor. Bu aktarım yapılırken sesler ve görüntüler çok yerinde ve zekice kullanılmış.
IL POSTO: Emek Üstüne Gerçek Bir Bakış (Yön: Ermanno Olmi, 1961)
Yazan: Meltem Özkan
Ermanno Olmi, 1961’de ilk uzun metraj filmlerinden biri olan Il Posto’yu çekerken aynı zamanda çalıştığı şirkette gördüklerini insanı odağına alan belgeselleriyle hikayeleştiriyordu. İlk üretimlerini Edison’da kurduğu film departmanı altında ortaya koyduğu sıralarda hem kendisinin hem de diğer çalışanların şirketle ve çalışma kavramıyla kurduğu ilişkiyi sorguluyordu Olmi. Otobiyografik öğelerle bezeli Il Posto, Olmi’nin Edison’da şahit olduğu ve anlatmaya değer bulduğu olaylardan izler taşımakla birlikte bunun ötesine uzanıyor. Bir şirkette işe başlama sürecini izlediğimiz Domenico üzerinden insan psikolojisinin ve bedensel pratiklerin “iş” tarafından nasıl şekillendirildiği, insan hayatının odağının gün içinde çalışılan yer ve zaman tarafından nasıl inşa edildiği ve çalışan üzerindeki bu gözetleyici ve irdeleyici gücün zamanla birey tarafından nasıl içselleştirileceği ve yeniden üretileceği üzerine düşünüyor.
KES: Özgürlüğünün Peşinde Bir Çocuk (Yön: Ken Loach, 1969)
Yazan: Deniz Ekim Tilif
Günümüzde işçi sınıfı denince ilk akla gelen yönetmenlerden biri Ken Loach oluyor elbette. Usta sinemacı, filmleri vasıtasıyla yarım asırdan uzun süredir vatanı İngiltere’den sistem baskısı altında yaşam mücadelesi veren insanların hikâyesini realist bir tavırla önümüze sunuyor. İkinci uzun metrajı Kes (1969) ise aynı anda birçok farklı temayı başarılı bir dengeyle ele alarak sonraki yıllarda karşımıza çıkacak olağanüstü filmografiyi önden müjdeliyor.
TOUT VA BIEN: Bir Entelektüelin İşçi Mücadelesine Dahil Oluşu (Yön: Jean-Luc Godard, Jean-Pierre Gorin, 1972)
Yazan: Melis Şahin
“Her şeyi değiştirmeye nereden başlarsın? Her yerden.”
Alışılan sinema form ve tabularını yıkarak hem sinema hem de fikir dünyasında büyük bir devrim gerçekleştiren Fransız Yeni Dalgası’nın en başarılı yönetmenlerinden Jean-Luc Godard ve devrimci sinema adamı Jean-Pierre Gorin; Fransa yakın tarihinin kırılma noktalarından ’68 Mayıs olaylarının etkilerini, farklı bir bakış açısıyla 1972 yapımı Tout Va Bien’de (Her Şey Yolunda) yorumluyorlar.
JEANNE DIELMAN: Ev İçi Ücretsiz Emek ve Ritüeller (Yön: Chantal Akerman, 1975)
Yazan: İrem Özkaraalp
Jeanne Dielman, tam adıyla Jeanne Dielman, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles, Belçikalı yönetmen Chantal Akerman’ın 1975 yapımı filmi. Film, filme adını veren ana karakter Jeanne Dielman’ın üç gününü anlatıyor. Akerman bu filmi çektiğinde 25 yaşındaymış. Üç buçuk saatlik bu filmin senaryosunu bütün detaylarıyla iki haftada yazmış, ama söylediğine göre bu çok kolaymış, çünkü hepsi etrafında görebileceği, kanında olan şeylermiş[1]. Jeanne Dielman hakikaten her kadına çok tanıdık bir atmosfer sunacak, çok gerçek gelecek bir film. Çünkü yaşamın sadece kadınların tanık olduğu bir kısmını gösteriyor.
BLUE COLLAR: Proletaryanın Çıplak Gerçekliği (Yön: Paul Shrader, 1978)
Yazan: Aybala Şimşek
Başta işçilerin yaşadığı zorlukları ele almak üzere sınıf ayrımını yerinde bir mizahla harmanlayarak önümüze sunan 1978 yapımı filmin yönetmen koltuğunda Taxi Driver’ın senaristliğini yapmış Paul Schrader oturuyor. Aynı zamanda bu filmin de senaristliğini kardeşi Leonard Schrader ile birlikte üstlenmiş. Kendisi her ne kadar “Sol görüşlü bir film yapmayı amaçlamamıştım,” dese de, istemeden de olsa bunu başardığı söylenebilir.
NORMA RAE: Sendika Yolunda Bir Kadın Mücadelesi (Yön: Martin Ritt, 1979)
Yazan: Elif Bayburt
"Beyler, sizin sıradan gördüğünüz işçileriniz aptal değiller. Onlar sadece yorgunlar."
Hiç kendinizi dünyanın sırtınıza bindirdiği bütün yükten bıkmış hissettiğiniz oldu mu? Neyle uğraşıyorsanız bırakıp avazınız çıktığı kadar bağırmak, her şeyin fişini çekmek istediğiniz peki? İşte Norma Rae, tam olarak bu ruh halinde sıkışıp kalan bir kadının hikayesi.
EL SILENCIO DE OTROS: Ağlamak İçin Beklemek (Yön: Robert Bahar, Almudena Carracedo, 2018)
Yazan: Oğuz Berkcan Üstün
90’lı yıllara gelindiğinde sosyalizmin yenilgisi Berlin Duvarı’nın yıkılması ile taçlanmış ve bütün dünyada liberal ideoloji, Fukuyama’nın ünlü tezinin söylediği gibi “Tarihin Sonu”nun geldiği fikri ile beraber galibiyetini ilan etmişti. Siyaset geçmişin çatışmalarını bırakmış, eskinin protest hareketleri sönümlenmiş, sol partiler sınıf söyleminden uzaklaşmış ve geçmişin umutları birer nostaljiye dönüşmeye başlamıştı. Peki değişimi merkeze almış gelecek tahayyülleri kaybolduysa, hayatın ağırlığı altında ezilmek istemeyenler neye inanacaklar? Mevcut durum insanlığın genelgeçer tek gerçekliğini oluşturuyorsa, mutsuz olanlar her gün uyandıklarında sırtlarındaki yükleri taşımanın zorunluluğunu kabullenip, kendi sessizliklerine mi gömülmek zorundalar? The Silence Of Others bu sorulara değerli cevaplar üretiyor.
Comments