top of page
  • Alperen Buğra Özkök

KİBİR, GÜÇ VE KABUL ETME: DOGVILLE’DE YABANCI OLMAK

Pek çok başarılı işe imza atmış, filmleri sinema tarihinde dönüm noktası olmuş yönetmen Lars von Trier’in bir filmini “Irkçılıkla Mücadele” temamız içinde ele almamız bazılarına ironik gelebilir. Melancholia filminin gösterildiği 2011 Cannes Film Festivali’nde ailesinin Alman kökenlerinden bahsederken Hitler’i anladığına ve ona biraz sempati duyduğunu söylediği cümleleriyle festivalden uzaklaştırılması ve aldığı haklı tepkiler hafızalarımıza kazınmıştı. Sonrasında söylediklerini düşünmeden, şaka amaçlı söylediğini belirterek özür dileyen yönetmen söylediklerinin tamamen doğaçlama olduğunu ve herhangi bir ırkçı düşünceye sahip olmadığını belirtmişti. İsmi buna benzer pek çok provokatif olayla anılan ve sinemasında hassas konulara değinmekten çekinmeyen Trier, kimilerine göre özgür düşünce ve sanatta fikir hürriyetinin önde gelen bir savunucusuyken kimilerince bir ırkçı ve mizojinist.


Dogville’i incelemeye başlamadan önce yaratıcısını ele almak istememin başlıca sebebi, Lars von Trier’in bir bütün halinde ele alınabilecek bir filmografisi olan, benzer temaları işleyip kendi film formunu yaratabilmiş bir auter olması. Kariyeri boyunca sinemanın sınırlarını zorlayan, imkanlarını keşfetmeye ve geliştirmeye çalışan yönetmen; 1990’lı yıllarda Thomas Vinterberg ile birlikte öncüsü oldukları Dogme 95 manifestosunu yazmış ve sinemaya progresif bir soluk getirmeyi denemiştir. Sadece doğal ışık ve el kamerası kullanımına izin verip kaynağı film evreninde yer almayan (non-diegetic) ses ve müzik kullanımını yasaklamasıyla daha sade, lüzumsuz aksiyondan arınmış bir sinema hedefleyen Dogme hareketi Trier’in sanata olan kişisel bakış açısıyla da yakından ilgilidir. Öyle ki bu akım, onun insana dair hassas ve merak uyandıran meseleleri irdelemeyi dert edindiğinin bir habercisidir. Trier, bu akıma dahil olsun olmasın pek çok filminde karşılaştığımız üzere davranışlarımızın arkasında yatan motivasyonlara ya da bunlardan sorumlu tutulup tutulamayacağımız, iyi ve kötü arasındaki ayrımı neye göre yapacağımız gibi insanın özüne dair incelemelerde bulunur. Dolayısıyla, toplumu ve insan zihnini sert ve provokatif olduğu kadar karmaşık ve gerçekçi biçimde kritik eden Dogville, yönetmenin diğer işlerine aşina olanlara tanıdık gelecektir. Anlatısının yanında, ayırt edici şekilde gelenekselden uzak olan film biçimi, yönetmenin Dogme 95 zamanlarında ulaşmaya çalıştığı sade sinemaya -manifestoda tanımlanan şekilde olmasa da- bir selam niteliğinde. Burada “sade” diyerek kastettiğim mekanın bir tiyatro sahnesini andıran ve oldukça az sayıda aksesuar ve dekor içeren organizasyonu elbette.


Hikâyeyi ve işlenen temaları çözümlemeye başlamadan önce, eğer filmin Lars von Trier’in sinemaya bakışındaki yerinden bahsediyorsak Dogville’in aslında tamamlanmamış bir üçlemenin ilk parçası olduğunu hatırlamamız gerekir. “USA – The Land of Opportunity” ismini verdiği üçlemenin ikinci filmi Manderlay, Dogville’den 2 yıl sonra, 2005 yılında gösterime girmişti. Amerikan toplumuna bir eleştiri niteliği taşıyan iki film temelde benzer temaları işler. Hayatın kâr zarar ikiliğinden ibaret olduğunu düşünen bir topluluğun gerçekte ne ölçüde iddia ettikleri gibi hoşgörülü ve açık olabileceklerini, Amerikan değerlerinin ve ideallerinin kabul edilebilirliğini tartışır. Ne var ki, uçak korkusu olduğu söylenen ve ABD’yi hiç ziyaret etmemiş olan Trier’in, gitmediği bir ülkeden bahsedeceği bir üçleme tasarlamış olması ikiyüzlü bulunmuş ve eleştirilmiştir.


Dogville affetme ve kabullenme üzerine bir fikir jimnastiği olduğu kadar kendi gibi olmayana karşı verilen tepkinin, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının iç dinamiklerini anlamak için oldukça elverişli bir örneklem. Nicole Kidman’ın canlandırdığı kahramanımız Grace, tehlikeden kaçmak için Dogville kasabasına sığınan saf ve masum bir kadındır. Kasabada kaldığı sürede kasaba halkının tüm taleplerine cevap vermeye, her zaman onların istediği gibi davranmaya, elinden geldiğince sorun çıkarmamaya çalışsa da işler Grace için sürekli kötüye gidecek ve kendisini kasabaya geldiği ilk andan çok farklı bir konumda bulacaktır. Kasabalılar Grace’i denemek için ona iki haftalığına izin verdiklerinde o da karşılığında onlara günlük işlerinde yardım etmek ister, ancak gittiği her evden yardıma ihtiyaçları olmadığı cevabıyla döner. Sonraları kasabalı için çalışmaya başlayan Grace’in çalışma koşulları gittikçe ağırlaşacaktır ve gelinen noktada Grace kendini, özgürlüğü tamamıyla elinden alınmış, katbekat fazla çalıştırılan ve kasabalılar tarafından sömürülen bir konumda bulur. Bu sert ve hızlı dönüşüme ne sebep olmuştur? Grace, içine girdiği bu küçük topluma bir nevi teşekkür etmek ve kendini kabul ettirmek için Tom’un tavsiyesiyle iş aramaya başladığında, tekrar tekrar karşılaştığı, “İhtiyacımız yok!” cevabı filmde vurgulanır. Ardından, yine Tom’un tavsiyesiyle, kasaba halkı Grace’e “ihtiyaçları olmayan ama yapılsa iyi olacak” işler vermeye başlar. Kötü son yaklaştıkça verilen işler hep artmakta, kasabalının Grace’e davranış biçimi de aynı ölçüde saygıdan yoksunlaşmaktadır. Bu süreçte film tekrar tekrar Grace’e verilen işlerin aslında kasabalının “ihtiyacı olmayan” işler olduğunu hatırlatır.



Kasabalı, ondan daha fazla yararlanmak için adeta bahaneler aradıkça kahramanın maruz kaldığı kötü muamelenin şiddetlenerek ilerlemesini izleriz. Bu gelişmelere karşılık filmin başında Grace’in yaptığı işlerin gereksiz olduğu vurgusunun yapılmış olması anlatıda güçlü bir kontrast yaratır. Filmin bir alegori olduğu, yaşananların gerçek olamayacağı, bir şeyleri basitleştirmek ve temsil etmek üzere tasarlandığı zaten görünen bir gerçektir. Dogville’de oyunculuklar tiyatral ve doğallıktan uzaktır, mekanlar sıra dışı bir biçimde yere çizilen çizgilerle ayrılır ve anlatı Trier’in sıklıkla kullandığı şekilde parçalara bölünmüştür. Tüm bu ögeler, izleyicinin Brechtyen bir tiyatro oyununda olacağı şekilde izlediğine yabancılaşmasını ve üzerine eleştirel biçimde düşünebilmesini sağlar. Dogville’e bu pencereden baktığımızda yaratılan kontrast, izleyiciye karşılaştığı zıtlıklardan üçüncül anlamları kendisinin çıkarabilmesi için imkân tanır. İzleyicinin eleştirmesi istenen öncelikli konu başlıklarından birisinin Amerikan toplumunun ekonomik modeli ve yabancı olana karşı zaman zaman uyguladığı ikiyüzlü tavır olduğu belirgindir.


Dogville bu yönde bir Amerika eleştirisi olarak okunduğunda, benim fikrim göze çarpanın sadece verimli olmak için verimli olmanın nelere mal olabileceğinin tartışıldığıdır. Grace’in durumu, günümüzde kendi ülkesini ya da şehrini terk etmiş göçmenlerle paralellik gösterir. Grace, Dogville’e sığınmaya mecburdur, dolayısıyla geldiği yerde kendisine sunulan hayatı aynen kabul etmekten başka pek çaresi yoktur. Ne mutlu ki kasabanın yerlileri ona yardım etmeye hevesli ve kabullenici görünürler ancak çok geçmeden Grace’in “ucuz iş potansiyeli” ona gösterme niyetinde oldukları hoşgörünün önüne geçecektir. Şimdiye dek önemsemedikleri, hatta bilmedikleri birçok iş Grace kasabaya geldiğinde belirgin hale gelmeye başlamıştır. Lars von Trier’in eleştiri oklarının merkezinde yer alan aşırı bireyselci toplum anlayışı, yine filmde tekrar tekrar vurgulanan “maliyet” meselesinde tartışılır. Grace kasabaya geldikten bir süre sonra bir polis arabası Dogville’i ziyaret ederek onun arandığına ve polise teslim edenin ödüllendirileceğine dair bir ilan yapıştırır. Bundan kısa süre sonra, ABD Bağımsızlık Günü kutlamaları esnasında, yine bir polis gelip Grace’in yakında işlenmiş bir banka soygunundan arandığını haber verir. Bu gelişmelerden sonra kasaba halkı onun Dogville’de barınmasının artık daha maliyetli olduğuna, bu yüzden de daha çok çalışması gerektiğine kanaat getirir. Tüm yaşamı kâr ve zarar bağlamında anlayan küçük bir Amerikan toplumu örneği olan mevzubahis kasabamız, Grace’i sadece maddi açıdan sömürmekle de yetinmez. Zaman geçtikçe kendilerini ondan daha meşru ve daha güçlü olduğunu hisseden toplumun bazı bireyleri onun diğerleriyle eşit olamayacağını ve bazı haklardan mahrum bırakılması gerektiğini düşünürler. Böylesi bir durumun örneğini Grace bir bahçenin içinden geçmesi gerektiğinde ortada yer alan patikayı kullanacakken görürüz. Bahçe sahibi, Grace’in bahçenin etrafından dolaşması gerektiğini çünkü patikanın kasabada önceden beri yaşayanlar için olduğunu söyler. Uğradığı ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı, sonrasında ihbar etmekle şantaj yapılması sonucu tecavüze uğramasıyla, hatta sonunda şantaj olmaksızın kasabadaki erkeklerin düzenli biçimde kendisine tecavüz etmesi gibi korkunç bir durumla sonuçlanır. Böylece Dogville, yabancı düşmanlığı ve diğer her tür “öteki”yi kabul etmeyen benmerkezciliğin toplumda nasıl ortaya çıktığını, kabul gördüğünü ve başlangıçta masum bir tepki olarak görülenin nerelere varabileceğini sorgulayıp gözlemler.


Filmde göründüğünden biraz daha fazlasını temsil eden bir karakter de Tom’dur. En başından beri Grace’i kasabaya kabul ettirmeye çalışan Tom, bunu insani duygularından ziyade kendi ajandası ve idealleri doğrultusunda yapar. Tom kendisini bir filozof olarak tanımlar ve düzenli kasaba toplantılarında bu küçük toplumu eğitmek için onlara dersler verir. Grace’in kasabaya varışından bir gün önce Dogville ahalisine “kabul etme” üzerine vaaz vermeyi planlayan Tom’un tek ihtiyacı bu konuda onlara yardımcı olacak bir örnektir. Tom, kasabadan biriyle sohbetinde bu topluluğu eğitmek için “somut bir şeye, bir armağana” ihtiyacı olduğunu söyler. Filmin devamında da tekrarlanacağı üzere “örnekleme” aynı zamanda bir yazar olduğunu söyleyen Tom için en önemli anlatım tekniğidir. Bu şekilde mesajını okuyucusuna en etkili biçimde geçirdiğini düşünür. Hikayenin sonunda, Grace’in bir mafya lideri olan babası kasabaya geldiğinde tüm kasabalıyı korku ve endişe esir almıştır. Yaşananlar için özür diledikten sonra Tom, hâlen aydın ve öğretici kimliğini koruma çabası içinde, “bu spesifik illüstrasyonun” tüm beklentilerini aşarak insan olmak hakkında çok şey anlattığını söyler. Bu doğrultuda, kendince topluma iletmeye çalıştığı mesaj topluma geçmiş, herkes kabullenmenin önemini kavramıştır. Ne var ki durum böyle olmaktan çok uzaktır. Tom, kendini onaylayacak şekilde, yaşananları görmek istediği gibi görüp buna göre yorumlamıştır. Benzer şekilde, Tom’un vaazları kasabadaki yaşam üzerinde hiçbir zaman tam olarak karşılık bulmamıştır. Bazen tepkiyle karşılanıp onu dinliyor gibi görünseler de kasabalı yine bildiğini okumuştur.


Yine filme salt bir Amerikan toplumu eleştirisi penceresinden bakacaksak, Tom’un toplumdaki sözde entelektüellerin bir temsili olduğu söylenebilir. Bahsedilen “sözde” entelektüel toplumda karşılığı olmayan ve bir yere varmayacak sorular için odasında kafa patlatır, kendisini insanlardan üstün ve onlar için bir yol gösterici olarak görür. Ancak fikirleri içi boş bir idealizmin ürünü olup gerçekçi olmadığından hâlihazırda var olan sisteme bir etkide bulunamaz. “Bir film ayakkabınızdaki bir taş gibi olmalı.” diyerek filmlerin kışkırtıcı olması gerektiğini savunan, film yapımındaki tekniğinin kendi yorumuyla “acıttığı yere kadar gitmek” olduğunu söyleyen Trier’in toplumdaki bu sözde aydınları eleştirdiği ilk film değil aslında Dogville. Dogme 95 manifestosuna uyarak çekilmiş 1998 yapımı The Idiots, burjuvaziyi şaşırtmak ve rahatsız etmek (épater le bourgeois) için zihinsel engelli rolü yapan bir grup gencin hikayesini anlatarak benzer şekilde “işe yaramaz modern radikalleri” eleştiriyordu.


Filmin dokuzuncu ve son bölümü filmden çıkarılsa film şimdiye dek konuştuğumuz eleştirel bakışından pek bir şey kaybetmez, yine sinema tarihinin değerli bir parçası olarak hafızalarımıza kazınırdı. Ancak son bölümün hikâyeye kattığı yeni bakış açısı, en az filmin geri kalanı kadar önemli. Grace’in, bizim başından beri düşündüğümüz gibi aslında tehlikeden değil babasının yanındaki eski hayatından kaçıyor olduğunu ve kendi isteğiyle Dogville’de kaldığını öğrendiğimizde tüm anlatı kafamızda yeni baştan yazılıyor. Tabii böyle olmasında en önemli etken, Grace’in kasabada kalma motivasyonunun basitçe hayatından sıkılmış olmasından ziyade, ailesinin sahip olduğu güçten duyduğu rahatsızlık, kabul etme ve affetme konularında babasıyla yaşadığı fikir ayrılığıdır. Filmin bu bölümünde kibir, güç ve kabul etme üçgeninin üzerinde yükselen tartışma, filmin fikirsel bütünlüğünü yeniden tanımlıyor. Anlıyoruz ki Grace’in Dogville’de yaşadıkları, Tom’un vaazları için olduğu kadar baba-kız arasındaki münakaşa için de bir illüstrasyon niteliğinde. Bu münakaşada Grace, yanlış ya da suç olarak nitelendirdiğimiz insan davranışlarının yaşantıların ve hayat hikâyelerinin bir sonucu olduğunu savunur. Babasıysa, bu sebeple yanlışlarından dolayı cezalandırılamayacaklarını söyleyen kızını kibirli olarak nitelendirir. Ona göre, kişisine bakılmaksızın her suçun aynı şekilde cezalandırılması gerekir. Baba, kendimize asla izin vermeyeceğimiz davranışları başkaları yaptığında affetmenin kendi standartlarımızdan ödün vermek olduğunu söylüyor. Buna karşılık Grace, bunun merhamet etmek olduğunu savunup babasını kibirli olmakla suçluyor.


İnsanlık tarihi kadar eski olan bu tartışma, insanın doğasını hepimizin farklı anlamasından kaynaklanıyor ve tam da bu sebeple bir sonuca ulaşamıyor. Ancak bu tartışmayı ve taraflarını, ırkçılık ve göçmen sorununa taşımak yoluyla motivasyonları anlamaya çalışmak mümkün. Grace karakterini Dogville kasabasına yerleşen bir göçmen olarak ele aldığımızda, Grace’in bakış açısıyla yerlilerinin tavır ve davranışları olağan ve beklenen şeyler. Grace bir anlamda ayrımcılığın insanın doğasında olduğuna inanıyor. Öte yandan babası, neyin suç olarak tanımlanacağına daha evrensel bir yerden bakıyor gibi görünüyor. Bunun sonucunda, işlenen aynı suç için eşit cezalandırmayı savunuyor. Filmin sonunda Grace’in yaptığı seçimi düşündüğümüzde Trier’in hangi tarafa yakın durduğunu görmek çok zor değil.


Hakkındaki pek çok tartışmayı da göz önünde bulundurduğumuzda Lars von Trier’in kafasının içinde yaşadığı tartışmaları izleyiciye taşımakta çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Hepimizin hayatta anlamlandırmaya çalıştığı konseptleri yer yer provokatif ama her zaman çok katmanlı ve eleştirel biçimde ele alıyor. Dogville de, üzerine konuştuğu konularda söylediği birçok değerli söz haricinde Trier’in başarılı sinema dilinin kapsamlı ve eşsiz bir örneği. Gösterime girdiği 2003 yılından beri gerek eleştirmenler ve sinemacılar gerekse izleyici nezdinde yenilikçi ve zengin olduğu kadar tartışmalı fakat şüphesiz başarılı bir anlatı olarak görülen Dogville, özellikle yabancı düşmanlığı ve ırkçılık bağlamında mutlaka üzerine yazılıp çizilmeye devam edilecek filmlerden.


Kaynakça:

Hughes, Sarah Anne. The Washington Post. 19 05 2011. https://www.washingtonpost.com/lifestyle/style/lars-von-trier-banned-from-2011-cannes-film-festival-for-nazi-comments/2011/05/19/AFOndE7G_story.html.

Turner, Kyle. MovieScene. 15 08 2012. https://moviescene.wordpress.com/2012/05/28/this-land-is-your-land-a-look-at-lars-von-triers-dogville-and-manderlay/.



2.329 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page