top of page

I Saw the TV Glow: Kendine Yarattığın Kabuğu Soymak

  • Nehir Liman
  • 30 Haz
  • 5 dakikada okunur

Yazarın Notu: Filmin başında Maddy olarak tanıtılan karakter, kendini kabullenme süreci sırasında ismini değiştirdiğinden bahseder ancak ismini söylemez. Pink Opaque’da onu temsil eden karakter Tara olduğu için filmin ikinci kısmıyla ilgili kısımlarda bu karakterden bahsederken Maddy/Tara şeklinde bahsetmeyi uygun gördüm.


Jane Schoenbrun’un cinsiyet değiştirme süreciyle beraber senaryosunu yazmaya başladığı ve yönettiği filmi I Saw the TV Glow, kuirliğini kabul edemeden yaşamayı anlatır. Film, bir trans alegorisidir ancak kendini kabullenemeyen, ailesinin ve toplumun baskısı altında kendisine olduğu kişiden farklı bir kabuk oluşturan herkese konuşur.  


Amerika’nın ufak bir kasabasında geçen film, iki gencin bir televizyon dizisi olan “Pink Opaque” üzerinden bağ kurmasıyla başlar. Owen ve Maddy, bu dizinin ana karakterleri olan Isabel ve Tara’da kendilerini görürler. Bunun ötesinde ilişkileri de paralellik gösterir. Owen, Maddy’nin Pink Opaque’la ilgili bir kitap okuduğunu görünce Maddy’nin “kendisi gibi” olduğunu düşünüp onunla arkadaş olmaya çalışır. Dizideyse Tara, Isabel’in dövmesinden Isabel’in de onun gibi bir telepat olduğunu anlar. Tara ve Isabel neredeyse hiç yan yana gelmez, yalnızca psişik güçlerini kullanarak konuşurlar. Benzer şekilde Owen ve Maddy de çoğunlukla Maddy’nin Owen için bıraktığı VHS’ler sayesinde  iletişimde kalırlar. Bu paraleller sayesinde Pink Opaque’ın sadece bir dizi olmadığını, ikilimizin ilişkisini de resmettiğini düşünürüz. Ancak Schoenburn, Pink Opaque’ı bir araç olarak kullanmak yerine onu filmin kendisine dönüştürür.  Maddy/Tara, Pink Opaque’ın baş kötü karakteri Mr. Melancholy’nin onları Nightmare Realm adındaki bu evrene başka bedenlerde hapsettiğini ve aslında Pink Opaque’ın ana karakterlerinin onlar olduğunu keşfeder. Film, bu noktada trans olarak kodlanmış karakterlere sahip olmaktan çıkar ve tamamıyla bir trans alegorisine dönüşür. Toplumun onlara verdiği kabuklar (Owen ve Maddy) ve kabukların altında “kendi”lerini (Isabel ve Tara) saklayan iki karakterimiz vardır. 


ree

“I think I was born bored.”


Filmin başında iki karakterimiz de translığıyla barışık değildir. Pink Opaque izlerken suratlarında parlayan televizyon, ait oldukları dünyaya açılan tek penceredir. Ancak Owen ve Maddy’nin durumu tamamen aynı değildir. Öncelikle Maddy’nin Owen’a kıyasla farkındalığı daha fazladır. Maddy, lezbiyen olduğunun farkındadır ve en azından Owen’a söyleyecek kadar bu kimliğiyle barışıktır. Ayrıca film boyunca Maddy’i giyiniş tarzını ve saçını değiştirirken görürüz. Maddy, “farklı” olduğunun farkındadır: Sadece bir süreliğine kabuğunu soyarak değil, kabuk değiştirerek kendini bulmaya çalışır. Diziyi izlerken Pink Opaque’da kendisini gördüğünü fark ettiği anda ağlamaya başlar. Yanı başındaki Owen ise hem şaşkınlık hem de hayranlıkla Maddy’i izler. Maddy’nin kendini kabullenme çabasını izlediği bu sahnede Owen, kendisini bastırır. 


Ayrıca film boyunca ikisinin de kendilerine iyi davranmayan ailelerden geldiği ima edilir: Maddy’nin ebeveynleri onu umursamazken Owen’ınkiler ise devamlı ensesindedirler. Owen, ailesinin ondan beklentilerini devamlı omzunda hisseder ve kendini onların istediği gibi davranmaya zorlar. Çözümü ise ailesine olduğundan farklı görünmekte bulur. Onlarla savaşmaz; televizyonda Pink Opaque izlerken babasının adımlarını duyar duymaz VHS’yi çıkarır, Pink Opaque’ın renkleri yerini babasının dünyasının siyah beyazlarına bırakır. Maddy ise istediği gibi davranır ve günü geldiğinde kaçmaya hazırdır. Maddy’nin televizyonunun parlamayı bırakması Maddy’nin onu yakmasıyla gerçekleşir. Maddy, artık sadece o ışıkla yetinmez. Televizyonunu yakınca televizyonun ekranı patlar. Bu şekilde Maddy ve ait olduğu evren arasındaki engel kalkar, televizyonun içindeki bu dünyaya girip kendini kabullenebilir. 


ree

Televizyonun içine girmek, kendini kabullenmenin doğrudan göstergesidir. Kabuğun altındaki kişi, o ekranın da arkasındadır. Owen’ın televizyonun içine girdiği tek sahnede yarısına kadar girebilmesi ve babasının onu belinden tutarak engellemesi, Owen’ın önündeki en büyük engelin babası olduğunun altını çizer. Bu sahneyi takip eden sahnede Owen’ı “Ben buraya ait değilim, sen benim babam değilsin.” derken görürüz. Bu cümle, onun kendisini fark ettiğini ve Isabel olduğunu anladığını düşündürtse de babasının baskısı devam eder. Sahne boyunca Owen’ın kafasından sıcak su dökmesiyle de bu baskının fiziksel şiddete kadar ilerlediğini görebiliriz. Owen’ın kendisi olabileceği her an, babası tarafından bu şekilde baskılanır. 


“I think I was born blue.”


Owen ve Maddy, kendilerini bulamadan önceki yıllarını depresyon içinde geçirirler. İkisi de okul hayatlarında dışlanırlar: Owen’ın Maddy’den başka herhangi bir arkadaşı olduğunu görmeyiz. Maddy’nin ise gördüğümüz tek arkadaşı, Maddy’nin lezbiyen olduğunu fark etmesiyle aralarını açar. Her ne kadar ikisi de oldukları kişileri gizlemeye çalışsalar da kabuklarına tam uyamadıkları için yalnızdırlar. Pink Opaque’daki baş düşmanlarının adının Mr. Melancholy olması da cabasıdır. Kabuklarını kıramadıkları her an Mr. Melancholy’nin eline koz verirler çünkü Nightmare Realm’den onunla savaşmaları imkansızdır. Böylece kendilerini de büyük bir melankolinin içinde bulurlar. Tıpkı Pink Opaque’a dönmeden geçirdikleri her an mutsuz olan karakterlerimiz gibi, kendisini kabullenememiş her kuir bireyin de sonu budur. Çünkü ait olduğunu bildiğin hayat uzakta akıp giderken mutlu da olamazsın; mutlu olduğunu sandığın anılar, beyninin bir oyunudur. Travma mekanizmaları burada da kendini gösterir. Beyin, mutlu anların arkasındaki “Gerçek beni tanısa sever miydi?” sesini, bu anları anılara dönüştürürken bastırır. Filmde de benzer şekilde Maddy/Tara, Owen mutlu olduğunu söylediğinde o anıların Owen’ın zihnine Mr. Melancholy tarafından yerleştirildiğini ve gerçekle ilgisi olmadığını söyler. Schoenbrun, kendi deneyimlerini bu şekilde filmin gerçekliğine yedirir. Gerçeği bir travma mekanizması olarak buğulu hatırlayan translar gibi, Owen ve Maddy/Tara da gençliklerini tam hatırlayamaz. 



ree


“I think I was born wanting more.”


Maddy/Tara, ancak yaşadıkları kasabanın er geç onu öldüreceğini anlayıp kaçtıktan sonra kendisini tam anlamıyla kabullenebilir. Owen’ın da aynı huzura erişebilmesi için yaptığı uzun konuşmada nasıl kendisi olabildiğini anlatır: Artık ismini, yaşadığı yeri ve görünüşünü değiştirmiştir. Ancak hiçbir şey, Maddy’yi gömüp “Tara” olarak Pink Opaque dizisinin içinde uyandığı an kadar onu özgür kılmaz. İçinde olduğu bedenden fazlasını ister. Maddy/Tara’yı tam anlamıyla huzura kavuşturan şeyin bedenini veya adını değiştirmek olmaması, translığın katmanlılığını gösterir. Translığı sadece cinsiyet değiştirme sürecinde operasyonlar veya yasal işlemlerden ibaret görenlere de bir nevi bir cevaptır bu. Maddy/Tara, disfori listesindeki her şeyi değiştirmiştir ama Pink Opaque’a (kuir komüniteye) ait olduğunu kabullenip oraya kavuşana kadar kabuğunu kendini gömdüğü toprağa bırakamaz. En sonunda doğduğundan beri olması gereken bedene kavuşmakla kalmaz; olması gereken kişi olur, olması gereken yere gider. 


ree

“I think I was born already missing you.” 


Özlediği haline kavuşan Maddy/Tara, Isabel’ini de özlüyordur. Sonuçta başından beri özlediği tek şey kendisi değildir. Çünkü kuir bireyler, sadece bireysel bir kabullenmeyle yetinemezler. Maddy/Tara da bu yüzden Owen’a aslında Pink Opaque’ın ikisinin hikayesini anlattığını ve onun Isabel olduğunu söylemek için son defa kaçtığı kasabayı ziyaret eder. Maddy/Tara, Owen’ı uyandırmaya çalışırken sadece ona Isabel olduğunu söylemekle kalmaz, ait olduğu başka bir dünya olduğunu da söylemeye çalışır. Owen, en çok bu kısımda kendini kabullenmeye yaklaşır ama yine başaramaz. Filmin bu kısmını en iyi anlatan sahne, Owen’ın da kendini canlı gömmeye niyetlendiği ancak futbol sahasının ortasında durup vazgeçtiği sahnedir. Sahayı ikiye ayıran çizginin bir tarafında Owen, diğer tarafında Maddy/Tara durur. Maddy/Tara, Owen’ı kendi tarafına çeker ama Owen yine koşarak uzaklaşır. Maddy/Tara, Owen’ın kendisini kabullenmesi için ne kadar uğraşsa da Owen üzerindeki baskıdan kurtulamaz. Hayatının geri kalanında ise bir daha Maddy/Tara’yı görmez. Kabuğunun soyulmasını zorlaştırarak toplumun kendisine biçtiği “erkek” standartlarına uymaya devam eder. Evlenir, aile kurar, ailesini geçindirir, VHS izlediği ve ona parlayan televizyonunun yerine yenisini alır: “Adam olur.”


ree

“There’s still time.”


Owen, yetişkin olduktan sonra Pink Opaque’ı tekrar izlediğinden ama aynı zevki almadığından bahseder. Yerde yazan “Hala vakit var.” yazısı bize umut verse de film, son zaman atlamasıyla bizi Owen’ın yaşlılığına götürür ve umutlarımız tükenir. İş yerindeki bir doğum günü sahnesinde Owen’ın çevresi Mr. Melancholy’nin suratı olan aylarla donanmıştır. Mr. Melancholy, zaferini kutlarcasına her yere suratını koymuştur. Partinin ortasında Owen, bir anda çığlık atmaya başlar. “Ben ölüyorum ama beni görmüyorsunuz.” diye bağırır. Artık nefesi kalmamıştır. Zar zor aldığı nefeslerin arasındaki bağırışları iş arkadaşları tarafından duyulmaz. Kendini lavaboya atan Owen, orada göğsünü delerek içine bakar. Kabuğu artık tüm bedeni olmuştur ama içerisinde hala televizyonun parıltısını görür. Hızlıca gömleğini ilikleyip iş arkadaşlarının yanına özür dilemeye gider. Yine zar zor aldığı nefeslerinin arasına sıkıştırdığı özürler fark edilmez. Var olduğu için özür diler aslında bu sahnede Owen, içindeki televizyon için özür diler. “Hala vakit var.” yazısı ise tam bu noktada anlamını yitirir. Owen, ölmemiştir ve vakti vardır. Ancak kabuğunun sıyrılan yerlerini örterek, seni umursamayan insanlardan özür dileyerek geçen zaman, yaşanmamış zamandır. 


ree

I Saw the TV Glow, bu yönüyle bir korku filmidir. Kendini hiç kabullenememenin korkusunun filmidir. Parıldayan televizyonu yakmak veya kapatmak, yaşamsal bir tercihe dönüşür. Her kuir bireyin geçmesi gereken bu süreç korkutucudur ama gizlenmeden yaşamanın da tek yoludur. Maddy/Tara’nın da dediği gibi Korkutucu olduğunu biliyorum, ama bu da bir parçası.”



Yorumlar


  • Grey Twitter Icon
  • Grey Instagram Icon

© 2020 by BÜ(S)K

Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü

bottom of page