top of page

Hiçlik ve Hazzın Birliği: Gregg Araki Sinemasında Kuir Yabancılaşması

  • Deniz Ali Demir
  • 3 dakika önce
  • 7 dakikada okunur

Kıyamet, ölüm, yalnızlık, aşk, seks,… Kuir sinemanın üstadı Gregg Araki’nin özellikle erken dönem düşük bütçeli filmlerinde benzer temaları benzer şekillerde, filmleri aynı evrende geçermişcesine işlediğini görüyoruz. Bu filmlerin çekildiği dönemde Araki’nin kuir sinema içindeki konumunu muhtaç olunan seks pozitif anlatılarıyla görüyoruz. Çeşitli temsiller sunan bu filmler hikayesini anlattığı kişilerin "boş" hissini yansıtarak izleyicinin bu boşluk içinde yalnız olmadığını hissettirir. HIV salgınının getirdiği ölümlerle çevrelenmişlik hissinin büyük bir rol aldığı bu filmlerin üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmesine rağmen hala kuir bireylerin kendilerini bulabilecekleri hikayeler sunması Araki evreninin dönemsel yapıtlar olmaktan ötede zamansız düşüncelerle kurulduğunu gösteriyor. Bu düşüncelerin süregelenlerinden biri peşinden ayrılmayan, seni kaçırıp üzerinde deneyler yapmak isteyen uzaylılar: yabancılaşma.

Totally Fucked Up filminde ekranda "yabancılaşma nesli" yazan bir sahne ekleyerek Araki bahsettiği konuyu net bir şekilde belirtiyor. Yabancılaşma kelimesinin İngilizce karşılığı olan "alienation" kelimesinin köküne baktığımızda "alien" (uzaylı) kelimesinden geldiğini ve "uzaylılaşma" anlamına gelebileceğini görüyoruz. Bu, Araki’nin filmlerine uzaylılar tarafından kaçırılmak olarak yansıyor. Nowhere filminde yabancılaşma anlatılırken uzaylı imgesinin doğrudan kullanıldığını görüyoruz. Montgomery adlı karakterle "TANRI BANA YARDIM ETSİN" yazılı bir tabelanın yanında yol kenarında beklerken tanışıyoruz. Aynı zamanda The Living End’de de sıkça gördüğümüz yol kenarlarında bekleme, sürekli otostop çekme, nereye gittiğini bilmeden uzun yolculuklara çıkma gibi yollarla alakalı durumların kayıplık, ait hissetmeme, arayış içinde olma gibi temsiliyetleri olduğunu söyleyebiliriz. 

Özellikle Montgomery’nin hikayesinde uzaylılar önemli bir yer kaplıyor. Arkadaş grubuyla alkol ve hap içip saklambaç oynadıkları sırada herkes biriyle saklanıyor fakat Montgomery tek başına saklanacak yer arıyor. Burdan içinde bulunduğu yalnızlığı anlayabiliyoruz, etrafında insanlar olsa bile hiçbiriyle yeteri kadar yakın değil. Saklanacak yer ararken başkasıyla karşılaşıyor. Aniden yalnızlığını bölen bu sosyal etkileşim karşısında çok korkuyor ve karşısındakinin dediği hiçbir şeye düzgün cevap veremiyor. Yabancılaşma içindeki birinin yalnız olma-etrafına yaklaşanlarla yakın ilişkiler kuramama döngüsü içerisinde gittikçe daha izole edici bir hayat yaşadığını görüyoruz. Montgomery’nin konuşurken sıkça kekelediğini ve stresli veya hastaymış gibi solgun gözüktüğünü görüyoruz. Yabancılaşmanın edebiyattaki temsillerine baktığımızda Montgomery’nin durumunu Sartre'ın Bulantı’daki karakterine benzetebiliriz. Sartre'ın karakteri bir diyalogun ortasındayken "Bulantı bir anda üzerime çöktü. Kim olduğumu, nerede olduğumu, ne yaptığımı bilmiyordum. Görüşüm kendi kendine dönmeye başladı." diyerek içinde bulunduğu buhranı anlatıyor.Montgomery’nin omzuna bir elin dokunmasıyla uzaylı imgesinin doğrudan bir temsilini görüyoruz. Bir uzaylı onu silahla vuruyor ve Montgomery yok oluyor, geriye sadece kolyesi kalıyor. Bu yok ediş yabancılaşmanın ele geçirdiği kişiyi sanki bir uzaylı kaçırmış gibi ortadan yok etmesi, hayaletleştirmesi, sosyal ortamlarda görünmez kılması ve izole etmesini işaret ediyor. Uzaylı, Dark adlı karaktere selam verip ortadan kayboluyor ve sonrasında arkadaş grubunu uzaktan, sanki sonraki kurbanını seçiyormuş gibi gözetliyor. 

Ardından Nowhere filminin sonuna yakın bir sahnede uzaylı, partide Dark’a yine görünüyor ve gitmeden önce üzerinde "UMUT" yazan bir havlu bırakıyor. Film nihilistik ve yabancı bir dünya tasviri gibi gözükse bile bu havlu yabancılaşan karakterlerin aslında içinde umut olduğunu ve hayata bir noktadan tutunmaya çalıştıklarını vurguluyor. Montgomery geri döndüğünde Dark’ın evine geliyor ve birbirilerinden hoşlandıklarını itiraf ediyorlar, Montgomery "Uzaylılar beni kaçırdığında tek düşündüğüm ‘ya seni bir daha göremezsem’di” diyor. Yani onu dünyaya geri dönmeye iten gücün aşk olduğunu, hayata bu noktadan tutunduğunu ve umut kaynağı olarak aşkı bellediğini görüyoruz. Karşılık alıp almayacağını bilmese bile dünyaya geri dönmek için bir sebep buluyor. Ardından Dark ile yatarken Montgomery birden öksürmeye ve nefessiz kalmaya başlıyor. Sonra ise bir yabancılaşma başyapıtı olan Kafka’nın Dönüşüm’üne referans olarak Montgomery birden bir böceğe dönüşüyor ve "Ben kaçtım!" diyerek oradan ayrılıyor. Araki’nin burada böcek imgesini Kafka ile benzer bir niyetten çok yabancılaşmanın elinden kurtulmuş karakterin hayatın absürtlüğü ile barışık yaşayacak olması olarak görebiliriz. Araki aynı zamanda kafasını fırına sokarak intihar eden bir karakter ile yabancılaşma temalı eserler yazan Sylvia Plath’e, takma adı Eraserhead olan bir karakter ile David Lynch’in yabancılaşma anlatısına göz kırpıyor.

Popüler kültürün Araki için önemli olduğu gibi bir o kadar da karakterleri için önemli olduğunu görülüyor. Sinema tutkunu olan karakterlerinin bu evreni bir kaçış yolu olarak kullanması ve dünyayı kendilerinin değil başka gözlerden görme istekleri yabancılaşmanın yol açtığı arzulardır. Sinemanın diğer köşelerinde "I Saw the TV Glow" ve "Being John Malkovich" filmleri Araki’nin yer verdiği bu arzuyu daha ayrıntılı ve gözlemlenebilir bir şekilde sunuyor. Nowhere filmi "LA hiçbir yer gibi, burada yaşayan herkes kaybolmuş." sözüyle başlıyor. Araki’nin "dünyanın yabancılaşma başkenti" şeklinde tanımladığı Los Angeles’ta yaşayan karakterlerin bir diğer takıntısı olan Hollywood ve ün dünyası; aktörler, kaslı adamlar, arabalar, fotoğraf çekimleriyle dolu bir ideali gözümüze sokuyor. Karakterler, ünlüleri kafalarında sürrealleştirerek bu mükemmel tiplemelerin güvenilirliklerinden emin şekilde günlük hayatlarını, yaşayış biçimlerini değiştiriyor ve kendilerine yabancılaşarak ünlüler gibi olmayı hedefliyorlar. Nowhere’de iki karakter televizyon başında izledikleri dini bir program karşısında sunucunun "Ardımdan tekrarlayın: İnanıyorum!" demesiyle arka arkaya hipnotize olmuş bir şekilde "İnanıyorum!" diye tekrarlıyorlar ve sanki benliklerini kaybetmiş veya başka bir umut kaynakları kalmamış gibi görünüyorlar. Kendilerini bu manipülasyona kaptırıp anlık olarak daha iyi hissetmiş olsalar bile iki karakter de sonrasında intihar ediyor.

Totally Fucked Up’ta Andy adlı karakterin LA sokaklarında dolaşırken "Gece geç saatte şehri seviyorum. Terk edilmiş bir hayalet kasaba gibi. Sanki nötron bombası atılmış da kimse fark etmemiş." demesinden parçası olduğu topluma olan uzaklığını ve ait hissedemediğini görüyoruz. Andy’i "Toplumu Suçluyorum" yazılı bir tişört giyerken, The Living End’de de Luke’u aynı yazıyı duvara yazarken görüyoruz. Kişilikler bağlamında birbirinden oldukça uzak olan bu karakterlerin ortak kuir deneyimi olarak toplumda yer edinemeyerek gittikçe yalnızlaştıklarını ve yalnızlıklarıyla yaşayabilmek için sistem karşıtı bir pozisyonda yer aldıklarını görüyoruz. Toplu alanlarda gizlice el ele tutuşmak zorunda olmaktan zorunda olmaktan fobik insanlar tarafından dövülmeye kadar toplumdan uzaklaştırıcı farklı örnekler anlatılıyor. Birçok tehditkar faktörden etkilenen ve hem aileleri hem de toplumun çoğunluk grupları tarafından dışlanan kuir bireyler kendilerini kaçınılmaz bir izolasyon içinde buluyorlar. 

Derin bir tek başınalık ile baş başa kalan karakterler üzerinden Araki arkadaşlığın hayati önemine değiniyor. Andy adlı karakter Totally Fucked Up’ın sonunda tüm arkadaşlarını telefonla aramasına rağmen hiçbiri cevap vermeyince intihar girişiminde bulunuyor. Anlık olarak yalnız olmadığını hissedebilmenin bile hayati bir mesele olduğunu görüyoruz. The Living End’de HIV testi pozitif çıktıktan sonra hayatının yönü değişen Jon’un arkadaşının, Jon’dan haber alamadıkça onun için bir ebeveyn korumacılığında ve günlük hayatını aksatan bir endişe beslediğini görüyoruz. Paylaşım yapacak kişi azlığı ve kalanların kritikliği gözler önüne seriliyor. The Living End’de Luke, bir polisi öldürüp kaçarken Jon’un yanına ağzına silah sokmuş şekilde geliyor. Sistemin içinde kaybolmuş şekilde "Benimle kaçmazsan kendimi öldüreceğim, ait hissettiğim tek kişi sensin" diyerek bir yardım çağrısı yapıyor ve Jon’a tutunmaya çalışıyor. İkisinin de hayatlarının kaybolmuş noktalarındayken birbilerini bulup aşık olabilmeleri Araki filmlerinin genel iletisi olan "dünya çekilmez ve adaletsiz bir yer olsa da yalnız olmana gerek yok" fikrine işaret ediyor.

The Living End’de Jon adlı karakter HIV pozitif çıkmasıyla ani bir şekilde ölümün farkına varıyor ve hayatı u dönüşü yapmış gibi beklenmedik olaylarla karşılaşmaya başlıyor. Kaybolmuş ve ölüm hakkında düşünen iki insan birbirini buluyor. HIV pozitif olmalarını öğrenmeleri hayat hakkındaki fikirlerini değiştirse de yaşadıkları ani ölüm farkındalığı, ölümün ne kadar yakın olabileceğini ve eninde sonunda öleceklerini anlamalarını sağlıyor. Ki bu da hayatın ta kendisi. Bu film böylelikle, aynı ölümcül hastalıklarla alakalı diğer filmlerde de olduğu gibi, insanların hayatları hakkında göründüğünden daha fazla şey söylüyor. İzleyiciye hayatıyla ne yaptığını sorgulatıyor ve hayatın kısalığını hatırlatıyor. Günün sonunda herkes ölecek ve Luke’un da dediği gibi kimsenin kaybedecek bir şeyi olmayacak. Bu fikirle Jon ve Luke arabaya atlayıp kör sürüş olarak adlandırılabilecek şekilde nereye gittiklerini bilmedikleri bir yolculuğa çıkıyorlar. Nereye gittiğini bilmesen de hayatının sonu gibi gördüğün anın tadını çıkarabilmek, filmin başlığının “Yaşayan Son” olmasının da işaret ettiği gibi sonu yaşayabilmenin asıl önemli şey olduğunu ve bu filmde sözü edilen “son”un tüm hayatın kısaltılmış bir versiyonu gibi görülebileceğini söyleyebiliriz. 

Ölümün bu kadar yakın hissedildiği yıllarda bir soykırım ve biyolojik savaş olarak görülen AIDS, yabancılaşmış gençler ve filmlerdeki yeri büyük olan shoegaze müziği Araki’nin sinemasında kıyametvari bir atmosfer oluşturur. Nowhere’in girişindeki mastürbasyon sahnesi sırasında Slowdive’dan bir parça çalarken acıdan zevk alan fantezilerle karşılaşırız. Başka bir sahnede bir karakterin el falında ölüm çıktıktan sonra "Havalı." deyip öpüşmeye başlaması ve el falına bakan kadının "Ölüm." deyip karikatürize bir biçimde çıtır tavuk ısırmasında ölümün farkındalığıyla hayattan zevk almanın önemini, bununla birlikte ölümün deneyimlerimizi daha benzersiz ve heyecan verici kıldığını vurgular. Aynı karakter başka bir sahnede arabada oral seks yaparken "Ölmek istiyorum, hadi hepimiz ölelim!" diye bağırıp yalnızca gaza basıyor. Başka bir çift nihilizmin önemli temsilcilerinden Nietzsche’nin kitabının olduğu bir koltukta sevişiyor. The Living End’de Luke karakteri orgazm olurken boğulmak istiyor ve Jon’a ölüm ve orgazm sırasında vücutta aynı hormonların salgılandığını anlatıyor. Bütün bu örnekler haz ve acıyı bir araya getiriyor.

Hiçlik, ölüm ve yalnızlık sürekli haz, cinsellik ve zevkle bir arada anlatılıyor. Bu iki tarafı insanın zihnindeki farklı taraflar gibi görebiliriz. Birbirine zıt gibi gözüken bu taraflar barıştığında hayat absürtlüğü ile yaşanılabilir bir noktaya geliyor. The Living End’in sonunda Jon ve Luke büyük bir kavga eder; Luke, Jon’u bayıltır ve bağlar. Sonrasında ona tecavüz ederken silahı kendi ağzına sokar ve ateş eder. Fakat silah çalışmaz ve Luke ölümün sadece bir an olduğunu fark ederek gittiği uç noktadan uzaklaşır, film boyunca elinden düşürmediği silahı uzaklara fırlatır. Yaşamayı unutan, hayat üzerine fazla düşünen Jon ve gereğinden fazla anda yaşayan, köpeksi dürtüleriyle hareket eden Luke’u final sahnesinde kumsalda birbirlerinin koluna girmiş bir şekilde görüyoruz. Bu ikilinin çatışmasını insanın içsel çatışması gibi yorumlayabiliriz. Aynı zamanda homoerotik arzunun kendine dönük bir arzu içermesinden ötürü karşıdakiyle bir olma, kişinin içinde sakladığı özelliklerini karşısındakinden arzulaması gibi alt metinleri vardır. Birbirleri için zıt durumları ifade eden bu iki karakterin zıtlıklarının harmanlanıp dengelenmesine ihtiyaçları olduğunu ve en temelde bunu arzuladıklarını görüyoruz. Zihindeki bu tarafların hayatta kalabilmek için birbirlerini bulundukları uç noktalardan uzaklaştırmaları gerektiğini fark etmeleri sonucunda birbirlerine tutunmaları ile denge sağlanmış, yabancılaşmadan kurtulunmuştur. Bu ikilemle ilişkilendirilebilmek için felsefe tarihinde yabancılaşmaya baktığımızda Camus, Sisifos Söylemi'nde insanın içindeki kendiliği ve yabancılaşmada kaybedilen şeyi bir kurt olarak görür: "Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu." Benliğin bir tarafında Luke’un temsil ettiği anı yaşayan, dürtüsel ve başkaldıran kurt; diğer tarafında ise içindeki sonsuz yalnızlaşmaya mahkum her şeye bir anlam yüklemeye çalışan modern insanı temsil eden Jon bulunmaktadır. Yabancılaşmadan kurtuluş ise ancak bu iki ucun birbiriyle barışmasıyla gerçekleşmiştir.


















Comments


  • Grey Twitter Icon
  • Grey Instagram Icon

© 2020 by BÜ(S)K

Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü

bottom of page