top of page
  • Yazarın fotoğrafıBerkay Zihni

HAFIZANIN KİŞİSELLİĞİNDEN VAROLUŞSAL SANCILARA: AFTER YANG

Columbus filmi ile tanıdığımız yönetmen Kogonada’nın ikinci uzun metraj filmi After Yang adeta bir “arthouse sci-fi” niteliğinde. Alexander Weinstein’ın Saying Goodbye to Yang (Yang’a Veda Etmek) isimli kısa öyküsünden esinlenerek Kogonada’nın senaryosunu kaleme aldığı film, çok da uzak gözükmeyen bir gelecek zaman tasviri sunarken, çağımızın hem bireysel hem de toplumsal bağlamda içselleştirilmiş problemlerini tekrar gözden geçirmesi için izleyiciyi harekete geçiriyor. Temelinde varoluşsal sancılar barındıran After Yang, hikâyesini dayandırdığı karakterler ve algılar ile çağımızın alışılagelmiş aile yapısını yıkıyor ve bireysel hafızanın kişiselliğine vurgu yapıyor. Filmin bitişi ile izleyicinin aklında birden çok soru beliriyor. Bu soruları ayrı başlıklar altında toplayıp tek tek incelemekte fayda var.



Bir aileyi aile yapan ebeveynler ve çocukları arasındaki genetik bağ mıdır? Yoksa bundan daha öte bir bağ kurmak ve toplumun sorgulamadan kabul ettiği genetik bağ algısını yerle yeksan etmek mümkün müdür? Bu soruları sormadan önce “bağ” kavramının tanımını yapmak gerekirse; bağ kelimesi bizim için ne ifade eder ve içini nasıl doldurabiliriz?


Öncelikle söylemek gerekir ki günümüz toplumlarının genel yapısını irdelediğimizde “aile” kavramının insanlar için hâlâ geleneksel bir anlam taşıdığını ve genetik bağa dayandığını görüyoruz. After Yang’ın izleyiciyi sorgulamaya ittiği ve alışılagelmiş algıları kırmaya çalıştığı noktalardan birisi de bu geleneksel aile anlayışı. Filmin beklentileri yükselten dinamik açılış sekansında dörder kişilik ailelerin senkronize olarak dans ettiğini ve birbirlerini elemek üzere bir yarışmaya dâhil olduklarını görüyoruz. Günümüz tüketim toplumunun rekabetçi ortamının yakın gelecekte daha da acımasız bir hal alacağını işaret eden ve bu durumu alaycı bir dille eleştiren bu sahnede ilgimizi çeken bir diğer nokta ise yarışmaya dâhil olan ailelerin günümüz toplumsal yapısının dışında, tamamen farklı etnik kökenlere sahip bireylerden oluşması oluyor. Nitekim filmin odak noktasında bulunan aile farklı etnik kökenlere sahip Jake ve Kyra isimli ebeveynlerden, evlat edindikleri Çinli bir kız çocuğundan ve Mika ismindeki bu çocuğa kültürel bağlamda eşlik etmesi adına satın alınan Yang adındaki bir robottan oluşuyor. Farklı etnik kökenlere sahip bireylerden oluşan “olağandışı” aile yapısını sunmakla kalmayıp işin içine robotları da dâhil eden film, aile olmak için bireylerin ne tür bir bağa sahip olması gerektiğini sorguluyor ve günümüz normlarını yerle bir ediyor.


Bu noktada “bağ” kavramının günümüz toplumları için diyalojik bağlamda ne ifade ettiğini anlamak gerek. 21. yüzyıl toplumları için aile kavramının hâlâ geleneksel bir anlam taşıdığını ve bireylerin çoğu zaman bu anlam üzerinden kendi aile yapılarını sorgulamadan kabul ettiklerini ya da kabul ettirdiklerini söylemek yanlış olmaz. Bu geleneksel aile yapısının da ebeveynler ve çocukları arasındaki genetik bağa dayandığı söylenebilir. Eğer bir birey bu genetik bağa sahip değilse, diğer bir deyişle ebeveynlerin “kendi çocukları” değil ise, onun aile içinde kendine yer bulması ve ebeveynler tarafından kabullenilmesi zorlaşır. Kısacası aidiyet hissi ortadan kaybolur ya da bulanık bir hâle bürünür ve beraberinde yabancılaşma hissini getirir. Film bu durumu iki farklı şekilde gösteriyor. Ebeveynlerinin etnik kökenlerinden bağımsız tamamen farklı bir kültürden gelen bir kız çocuğunun evlat edinilmesi bunun ilk örneği. İkinci ve daha çarpıcı olan örnek ise insan dahi olmayan, filmde “teknosapien” olarak adlandırılan bir robotun satın alınması ve aileye entegre edilmeye çalışılması. Tamamen farklı kültürlere sahip bireylerden ve insani duygulara sahip olmadığına neredeyse kesin gözüyle bakılan bir robottan oluşan bu ailenin kendi arasındaki ilişki karmaşasını ve izleyicinin de karakterler ile birlikte anlam kazandırmaya çalıştığı bağ algısını daha çok ailenin babası olan Jake karakterinin bakış açısından görüyoruz. Nitekim filmin hikâyesi de Yang’in bozulması ve Jake’in onu tamir ettirip hayata geri döndürmek için çaba harcaması ile başlıyor. Tüm bu süreç boyunca Jake’in, eşi ve kızı ile ilişkisinin bulanıklaştığını ve Yang ile aralarındaki bağı sorguladığını izlemekle kalmıyor, filmin içine girip beraber tecrübe ediyoruz. Öncesinde robotların insani duygulara sahip olmadığı yanılgısına kapılmış olan Jake, Yang’in hafızasında yer alan anılara kısmen ulaşma şansı yakalaması ile aslında Yang’i anlayamadığını ve aralarında düşündüğünden çok daha öte bir bağ olduğunu fark ediyor. Yang’in hafızasından arta kalan bu anıları izlerken keder duygusunun ve varoluşsal sancıların altında ezilen Jake, kendi içindeki sorgulamalar ile bizi de bireysel hafıza üzerine düşünmeye ve yeni sorular üretmeye itiyor.



Bireysel hafıza tamamen özneye özgü müdür? Kişisel olan başkaları için ne ifade eder? Bireysel hafızaya başkalarının katkısı nedir? Kişisel olanın başkalarına görünür kılınması kabul edilebilir mi? Hafıza ve anılar üzerinden bencillik yapmak mümkün müdür?


Yang’in içinde gizli bir kamera olduğunu ve hafızasında tutmak istediği anıları kaydedip sakladığını öğrenen Jake, bu anı parçalarının başkalarının eline geçmesini istemiyor. Ancak kendisinin de Yang’in hafızasında saklı tutulan bu anı kayıtlarına ulaşması bir hayli zor oluyor. Yang’in anılarına yavaş yavaş erişim sağlamaya başlayan Jake, daha önce fark etmediği birçok detay ile karşılaşıyor ve robotların insani duygulara sahip olmadığını düşünmekle büyük bir yanılgıya kapıldığını fark ediyor. Jake, Yang’in anılarında sürekli beliren ancak kendisinin daha öncesinde varlığından dahi haberdar olmadığı Ada isimli bir kızı bulmak için kaçınılmaz bir arayışa giriyor. Bu arayışın sonunda Jake, aslında Yang ile Ada arasında “olağandışı” bir bağ olduğunu ve duygusal anlamda birilerine tutunmanın sadece insanlara özgü bir içgüdü olmadığını kabulleniyor. Jake’in önyargılarını kırdığı ve bağ kavramını sorgulamaya yöneldiği bu süreçte, Yang’in Ada ile olan anılarını görmekle kalmıyor, aynı zamanda Jake, Kyra ve Mika ile gerçekleştirdiği samimi diyalogların da izini sürüyoruz. Kısacası Jake aracılığı ile Yang’in bireysel hafızasına erişim sağlıyoruz ve kişisel olana dışarıdan bir özne olarak dâhil oluyoruz. Bu noktada film bize “Bireysel olan tamamen özneye özgü müdür?” ve “Kişisel olan başkaları için ne ifade eder?” sorularını sordurtuyor. Bu bağlamda, kişisel olanın, özellikle de anıların, çoğu zaman başkaları için de büyük bir anlam taşıdığını görüyoruz. Hele ki bu anılar artık varlığını hissedemediğimiz ancak öncesinde güçlü bir bağa sahip olduğumuz birine aitse, işte o zaman o kişinin bireysel hafızasının ve kişisel olanın bizimle beraber yaşamaya devam etmesini arzulamak kaçınılmaz oluyor. Jake de anı parçalarını teker teker deşifre ederken keder duygusunun ağırlığı ile bu anılardan geriye kalanları muhafaza etme isteği gittikçe artıyor. Bu noktada “Hafıza ve anılar üzerinden bencillik yapmak mümkün müdür?” sorusu ile karşılaşıyoruz. Zira Jake, Yang’in hafızasından geriye kalanları başkaları ile paylaşmak istemiyor. Tüm bu anı parçalarına sadece kendisinin erişiminin olması sanki bu anıları ona özel kılıyor ve artık yanında olmasa da Yang ile yeniden bir bağ kurmasını sağlıyor. Yine bu noktada, Yang’in hafızasına ulaşmak için farklı yollar deneyen Jake’in bir müze tarafından aldığı teklif aklımıza geliyor. Bu müze Yang’in bedenini olabildiğince sağlıklı şekilde muhafaza etmek karşılığında onun anılarını insanlara açmayı, yani bir nevi sergiye dönüştürmeyi teklif ediyor Jake’e. Bunun üzerine ise “Kişisel olanın başkalarına görünür kılınması kabul edilebilir mi?” gibi bir soru ile karşılaşıyoruz ve böyle bir şeyin ne kadar etik olduğunu soruyoruz kendimize. Bu soru özelinde Yang’e gizlice kamera yerleştirildiğini ve böylece iktidarın sıradan insanların kişisel alanına girdiğini hatırlıyoruz. Yakın geleceğin mümkün gözüken bu distopik tasvirinin etik olmadığına kanaat getirmekte güçlük çekmiyor olabiliriz ancak bireysel hafızanın kişiselliği ile alakalı aklımıza gelen tüm bu sorulara kesin bir yanıt vermekten kaçınan film, bizi kendi yanıtlarımızı bulmamız veya içselleştirdiğimiz birtakım algıları sorgulamamız için açık bir zemin sunuyor. Tüm bu sorgulama seansına ek olarak After Yang, temelinde barındırdığı varoluşsal sancılar ile bizleri tekrar düşünmek adına derin kuyulara sürüklüyor.



Bu dünyadaki yaşamımız bize ne ifade eder? Varoluşumuz herhangi bir amaca hizmet eder mi veya etmeli midir? Biz de sevdiğimiz birçok insan gibi bu dünyadan göçüp gittiğimizde varlığımızın ne anlamı kalır? Sevdiklerimizin kaybından geriye kalan sadece keder midir?


Özellikle Yang’in kaybından sonra, Jake’in nihilist bir boşluğa düştüğünü ve kendisinin de tanımlayamadığı bir çeşit keder hissi ile boğulduğunu görüyoruz. Yang’in anılarından yola çıkarak onu anlamaya çalışırken bir yandan da kendi varlığının önemini sorgulayan Jake, diğer her şey gibi sona geldiğinde ne olacağını bilmemenin verdiği korku hissini de tadıyor. Yang’in anılarında söylediklerinden de yola çıkarak hayatın anlamını ve varoluşumuzun amacını aradığımız filmde felsefi sorgulamaya itildiğimiz iki önemli sahneden bahsetmekte fayda var:


Bunlardan ilki, Kyra’nın Yang’in odasına girdiği ve onun kelebek koleksiyonu hakkında konuşmaya başladıkları sahne. Bu sahnede ikili arasında geçen ve “sonun başlangıcı var mıdır?” sorusunu bizlere de sordurtan diyalog şu şekilde:


Yang: Eski Çin filozofu Lao Tzu bir keresinde şöyle demişti: “Tırtılın sonu denilen şeye, dünyanın geri kalanı kelebek diyor.”


Kyra: Bunu sevdim. Bu senin inandığın bir şey mi?


Yang: Hmm?


Kyra: Her sonun aynı zamanda bir başlangıç olduğu.


Yang: Tırtıl için evet.


Kyra: Ama bunun her şey için geçerli olduğuna inanıyor musun?


Yang: Bilmiyorum. Bu şekilde inanmaya programlanmadım. Peki ya sen?


Kyra: Buna inanmak isterim.


Yang: İnanıyor musun?


Kyra: Bazen insanların böyle şeylere inanmaya programlandığını düşünüyorum. Ama bunun bizim yararımıza olup olmadığını bilmiyorum.



Yang: Hiçbir şey olmadan bir şey olmaz. (There is no something without nothing.)


Kyra: Lao Tzu?


Yang: Emin değilim.


Tırtılın kelebeğe dönüşümünden yola çıkarak “her sonun bir başlangıcı” olduğu varsayımına giden, daha doğrusu bu varsayımı sorgulayan ve sorgulatan bu diyalog izleyiciye bir tokat gibi çarpıyor. Ölümden sonra hayat olup olmadığını ve bir çeşit döngünün içinde yaşayıp yaşamadığımızı düşünürken Kyra’nın cümleleri bu düşünsele farklı bir boyut katıyor. Bazı insanların buna inanmaya programlandıklarını söylerken aslında bu insanların inançlarını kaybettiklerinde diğer her şeyi de kaybedeceklerini vurguluyor. Diyalogun sonunda ise Yang tek bir cümle ile varoluşumuzun nasıl temellendiği hakkında birçok şey söylüyor: “Hiçbir şey olmadan bir şey olmaz.” Kendi varlığımızın diğer her şeye bağlı olduğunu ve diğer her şeyin bizim varlığımız ile iç içe geçtiğinin altını çizen bu cümle filmin özeti niteliğinde desek yanlış olmaz herhalde. Koca bir filmi bu düşüncenin üzerinde şekillendiren Kogonada’nın filme dâhil ettiği bir diğer çarpıcı örnek ise çay motifi üzerinden doğanın varlığına ve bizim varlığımızın doğa ile iç içe geçmiş oluşuna vurgu yaptığı sahne. Bu sahnede Yang’in Jake’e çay yapmayı neden bu kadar sevdiğini sorması üzerine ikilinin derin bir diyaloga girdiğini görüyoruz. Çay motifi üzerinden tüm dünyayı içine alan ve hislerimizi tasvir etmenin ne kadar zor olduğunu tekrar gösteren bu diyalog varoluşsal sancılarımıza bir yenisini daha ekliyor. Jake’in izlediği bir belgeselden alıntı yaptığı bu diyalogun bir kısmı şu şekilde gelişiyor:


Jake: Filmde bu bölüm var, adamın Alman arkadaşına çayın tadını tarif etmenin neden bu kadar zor olduğunu açıkladığı harika bir bölüm. Diyor ki, “Bunun için bir dil yok. Çayın gizemli doğasını yeterince ifade edecek kelime yok.” Yanında bir fincan çayla duran Alman arkadaşı şöyle diyor: “Evet, ormanda yürüyormuşsunuz gibi bir şey hayal ediyorsunuz. Yerde yapraklar var. Yağmur yeni dinmiş. Yerler ıslak ve siz yürüyorsunuz. Ve bir şekilde hepsi bu çayın içinde.” Bunu çok sevdim. “Her nasılsa, hepsi bu çayın içinde.” Tanrım, tekrar tekrar izledim.


Yang: Bu filmi izlemek istiyorum.


Jake: Belki birlikte izleyebiliriz.


Yang: Evet. Güzel olurdu. Peki inanıyor musun?


Jake: Neye?


Yang: Bir fincan çayın dünyayı içerebileceğine. Bir yeri, bir zamanı tadabileceğine.


Jake: Bir test yapalım, olur mu?



Özetlemek gerekirse; After Yang varoluşsal sancıları ağır ağır işleyen, aile ve bağ kavramlarına yeni boyutlar getiren, hafızanın kişiselliğini sorgulatan, tüm bunları yaparken yakın geleceğin olağan resmini çizen ve işlediği her konuyu incelikle ele alan bir film. Durağan ama göze hitap eden sinematografisi ile hikâyeye derinlik katan filmde oyunculuklar da göz kamaştırıyor. Özellikle Colin Farrell’ın rolünün hakkını verdiğini söylemek gerek. Düşük bütçeli olmasına karşın gelecek zamanın tasvirini yaparken pratik çözümler üreten ve hikâyede yer alan gelişmiş teknolojik düzenekleri basit ama göze batmayan şekilde perdeye aktaran, yavaş ilerlemesine rağmen izleyiciyi sıkmayan, kopuş noktasından uzakta duran ve sürekli bir boşlukta süzülüyormuş hissi veren film kesinlikle kaçırılmaması gereken bir sanat eseri. Yazıyı da filmin sonunda küçük Mika’nın mırıldanmaya başladığı, daha sonrasında kapanış jeneriğinde çalan ve izleyiciyi de bir duygu seline sürükleyen Mitski’nin Glide şarkısının nakaratı ile bitirmek gerek:


I wanna be, I, I wanna be


I wanna be just like a melody


Just like a simple sound


Like in harmony


I wanna be just like a melody


Just like a simple sound


Like in harmony



332 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page