top of page
  • Ecenaz Kaya

Günlerin Arasında Yalnızlık ve Ölüm: Anayurt Oteli

1960’larda edebiyatta başlayan bireye dönüş, aynı şekilde 1980 darbesi sonrası da sinemada yer bulunca Ömer Kavur bu fırsatı yakalamış ve Zebercet’i öncesinde ait olduğu zamanın yirmi sene sonrasına aynı varlık krizleri ve aynı bunalımlarla yerleştirmeyi başarmış.


Edebiyatımızın varoluşçu ismi Yusuf Atılgan’ın aynı isimli romanından Ömer Kavur’un sinemaya uyarladığı Anayurt Oteli, toplumdan oldukça izole ve yalnız bir yaşam süren otel katibi Zebercet’in hikayesini sunuyor bizlere.


ZEBERCET KARAKTERİNE BİR BAKIŞ



Zebercet çok sıradışı bir karakter. Bir başrolden beklemeyeceğiniz kadar gizemli ve izleyicide soru işaretleri bırakıyor. Her davranışının üstüne oturup düşünmeyi gerektiriyor. Neden Ankara treniyle gelen kadını bekliyor? Neden ortalıkçı kadının canına kıydı? Neden bu denli yalnız hissediyorken horoz dövüşünde tanıştığı genç adamla konuşmayı sürdürmedi? Bu perspektiften bakınca Zebercet çok gizemli bir adam gibi görünüyor, ve biz onunla ilgili her şeyi bilmemize rağmen onun davranışlarını anlamlandıramıyoruz. İnsanlar tarafından anlaşılamamak da onu büyük bir bunalıma sürüklüyor ve en sonunda kendini hastalıklı düşüncelere teslim edip hem kendinin hem de Zeynep’in sonunu getiriyor.


Zebercet hayatı boyunca hep dışlanmış, hor görülmüş ve bu nedenle de bir savunma mekanizması olarak kendini dış dünyaya tamamen kapatmış bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. İlk bakışta onun yalnızlığının seçilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Aslında Zebercet’in bütünüyle kendi kararlarının sonuçlarını yaşadığını düşünmek başlangıçta çok yanlış olmaz. İnsanlarla iletişimden kaçınıyor, elinden geldiğince otelden ayrılmıyor, ama bir yandan da iletişime çok aç. Bu sebeple aslında yine toplum tarafından yalnızlığa terk edilmiş biri. Bunu gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına karşı gelişen saplantısından, insanları devamlı gözlemlemesinden anlayabiliriz.


Zebercet’in içinde takılıp kaldığı bu yalnızlık döngüsü, onu bazı obsesyonlara ve bırakamadığı rutinlere sürüklüyor. Otele gelen müşteriler bile onun için birer saplantıya, monoton hayatının bir parçasına dönüşüyor.


Saplantılı davranışlarını, şehirleşmeye ve bireyselleşmeye ayak uyduramamasıyla açıklamak mümkün. Birdenbire kapanan ve fertlerinin kendi içlerine döndükleri bir toplumda Zebercet ne dışarı açılabilmeyi ne de kendiyle baş başa kalabilmeyi başarabilmiş biri. Dolayısıyla bu yeni akışa adapte olamıyor. O da bir baş etme aracı olarak gözlemi seçiyor. Adapte olabilen ve bu değişen düzende yaşayabilen insanları gözlemliyor, onları kendi hayatının parçaları haline getiriyor yeni dünyaya tutunabilmek için.



Gecikmeli Ankara treniyle otelde bir gün konaklayan kadınla zuhur eden sapkın zihni, sonrasında tamamıyla onu ele geçirir. Kadın, otelde bir gün konakladıktan sonra ayrılırken tekrar geleceğini söylemesi üzerine Zebercet, bunun gerçekleşme ihtimaliyle her gün kadını bekler. Bu bekleyiş öyle tehlikeli bir hal almaya başlar ki artık sadece bu kadını düşünüyordur Zebercet. Otele yeni misafir almamaya başlar. Bu o kadınla alakalı bir şey olmaktan çok, tamamen Zebercet’in saplantılı zihniyle alakalıdır.

Kitabın bir noktasında otel tabelasının yere düşmesiyle otelin yer altında olduğu fikrinin canlanabileceğini yazıyor Yusuf Atılgan. Bu aslında tamamen Zebercet’in hislerinin tercümesi. Zebercet de kendini o otele bir nevi hapsetmiş, yerin altındaymış da çıkamıyormuş gibi hissediyor. Ve zaten en sonunda da o otel onun mezarı oluyor. Filmde de otel pek yaşam dolu resmedilmemiş.


En gizemli karakter olan ve Zebercet’in onca gözlemine rağmen kendisiyle ilgili hiçbir bilgiye sahip olmadığımız gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın, Zebercet’in gözlerine o kadar maruz kalıyor ki, kadının adını bilmesek ve otelde tek gece kalmış olsa bile çaya kaç şeker attığını, nereye gittiğini, ne iş yaptığını Zerbercet’in gözlem ve tahminleri kadarıyla biliyoruz. Zebercet’in bu kadını gördüğü tek gecede ona aşık olması ve aklından çıkaramaması karakterlerin de sonunu getiriyor. Ortalıkçı kadın Zeynep’i öldürme ve hatta kendi canına kıyma fikri tamamen Zebercet’in bu kadına karşı gelişen hastalıklı fikirlerini dizginleyememesi ve topluma dahil olamamasıyla ortaya çıkıyor.


Diğer tüm karakterler o kadar Zebercet’in zihninde var olmuşlar ki onları ancak yüzeysel şekilde tanıyabiliyoruz. Hatta sadece Zebercet’in o kişilerle ilgili duydukları ve tahmin ettiği şeyleri bilebiliyoruz. Onların gözünden Zebercet’e tanık olabilsek bu çok farklı bir deneyim olabilirdi. Muhtemelen Zebercet dışarıdan çok soğuk, sessiz ve tabi ki ürkütücü görünen biri. Bunu filmde de görüyoruz. Film boyunca Zebercet’i dışarıdan bir göz olarak gözlemleme şansımız olduğundan onun nasıl da tutuk, iletişimde başarısız ve soğuk görünümlü biri olduğunu fark ediyoruz.


Macit Koper çok iyi bir Zebercet olmuş. Zihnimizde canlanan o sapık, hastalıklı fikirleri olan adamı gerçekten çok büyük bir başarıyla canlandırmış. O karanlık kişiliği öyle iyi sahiplenmiş ki izlerken biz de bu karakteri fazlasıyla içselleştiriyoruz.


DÖNEMİN POLİTİK YAPISININ İKİ ESERE DE ETKİSİ



Yüzeysel yorumlandığı zaman fazlasıyla varoluşçu, bireysel bir eser olsa da her eserde olduğu gibi Anayurt Oteli’nde de politik bir okuma yapmak mümkün. Hiçbir eseri dönemin ve toplumun siyasi atmosferinden ayrı düşünemeyiz. Kitap, 1960’larda film ise berber sahnesinde karşımıza güzel bir rastlantı olarak çıkan The Cure klibinden anladığımız üzere 1980’lerde geçiyor. İki şekilde de Zebercet, darbeyi atlatmış bir Türkiye vatandaşı. Tüm ülkeyi kaplamış olan bunalımı o da taşıyor aslında. Yalnızlık hissi biraz da ülkenin terk edildiği yalnızlığı, insanların birbirlerine karşı geliştirdiği düşmanlığı ve kutuplaşmayı temsil ediyor. 

1960’larda edebiyatta başlayan bireye dönüş, aynı şekilde 1980 darbesi sonrası da sinemada yer bulunca Ömer Kavur bu fırsatı yakalamış ve Zebercet’i öncesinde ait olduğu zamanın yirmi sene sonrasına aynı varlık krizleri ve aynı bunalımlarla yerleştirmeyi başarmış. İki dönemde de darbe sonrası siyasi ve toplumsal herhangi bir şeyi, üzerine tepki almadan söylemek çok zor olduğundan yazarlar ve yönetmenler bu riski almamayı tercih edip varoluşçu ve daha modern anlatılara başvurmuşlar; bireyi ve onun içsel sıkıntılarını anlatmışlardır. Ama tabi ki bireyin iç sıkıntılarının kaynağı siyaset ve toplum da olabilir. Bu siyasi okuma sınırları biraz zorlasa ve belki de Yusuf Atılgan’ın kitabı yazarken düşünmemizi istediklerinin dışında kalsa da böyle bir çıkarımda bulunmak yanlış olmayacaktır.


KİTAP VE FİLMİN BİÇİMSEL KARŞILAŞTIRMASI


Ömer Kavur kitabı filmleştirirken belki de en büyük uğraşı eserin perspektifini korumaya çalışarak gösteriyor. Kitabı anlatıcının ağzından Zebercet’i izleyerek yani üçüncü kişi bakışından okurken filmi bizzat Zebercet’in gözünden izliyoruz fakat yine de onun bakış açısını bilemiyoruz. Bu, yaşananları görselleştirmeyi daha kolaylaştırsa da Zebercet’e sempati duymamıza sebep olmuyor. Hala yaptıklarının sapkın düşüncelerin sonucu olduğunun bilincinde olarak izliyoruz. Perspektifte yapılan bu oynamanın sebebi kitapta çokça rastladığımız bilinç akışlarını beyaz perdeye entegre etmeyi kolaylaştırmak olabilir. Kitap bir bakıma tamamen Zebercet’in aklının içinde geçiyor ve onun ne düşündüğünü anlatıcı sayesinde duyabiliyoruz. Bunu sağlamak filmde zor olacağından ve kaybedilmesi durumunda eserin çok büyük bir kısmından vazgeçmek gerekeceğinden Ömer Kavur bakış açısında oynamaya giderek Zebercet’i yine bildiğimiz şekilde okuyabilmemize olanak sağlamış. Aynı şekilde yine kitapta da olduğu gibi karakterin içine çok giremediğimizden kendimizi bir gözlemci olarak buluyoruz. Bir filmde üçüncü kişi bakış açısını sağlamak çok zor olsa gerek ve Ömer Kavur bunu büyük oranda başarıyor. Biz her ne kadar yaşananlara bizzat tanık olsak da hem Zebercet anlamsız gizemini koruyor, hem de biz kendimizi Zebercet’in sıklıkla yaptığı şeyi yaparken buluyoruz: gözlem.



Kamera açıları da bizi böyle hissetmeye zorluyor. Öyle açılar tercih edilmiş ki bizler izleyiciler olarak gerçekten de bulunmamamız gereken bir yerde birinin hayatını izliyormuş gibi hissediyoruz. Açılar bizi gözlem yapmak zorunda bırakıyor. Bir bakıma kendimizi Zebercet’in yerinde buluyoruz. Karakterimiz de aksiyon almaktansa çevresini gözlemlemeyi tercih eden biri. Yani aslında yaşananları ve mekanı Zebercet’in gözünden deneyimleme şansı elde ediyoruz.


Kitabı okuduktan sonra filmi izlemek bir tanıdığı görmek gibi hissettiriyor. Karakterler, mekan ve diyaloglar o kadar benim kitabı okurken hayal ettiğim gibiydi ki kendimi daha önce bulunduğum bir yerde tanıdığım insanlarlaymışım gibi hissettim. Uyarlamanın nasıl olacağı tamamen yönetmenin kitabı nasıl okuduğuyla ve okurken neler hayal ettiğiyle ilgili olduğu için bu tabi ki herkes için aynı olmak zorunda değil. Ama Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan’ı hayal kırıklığına uğratmadığından emin olabiliriz.


Ömer Kavur, dili, içeriği ve karakterinin derinliği dolayısıyla uyarlanması çok zor olan bu kitabı olabilecek en iyi şekilde beyaz perdeye aktarmış ve kitaba sadık kalırken aynı zamanda kitaptan bağımsız bir eser oluşturmayı başarmış. Zebercet’in zihninin içinde yaşadığını ve bilinç akışlarının onun karakterini anlamak için ne kadar önemli olduğunu düşünürsek, böyle birini onu tanıyarak ve aklından geçenleri duyarak izleyebilmek bizim için büyük bir şansken yönetmeni için de bir o kadar büyük bir yetenek göstergesi. Bu filmin Ömer Kavur’un ustalık eseri olduğunu, hatta sinemamızın en iyi filmlerinin arasına girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

106 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page