Epik Film Dendiğinde Akla İlk Ne Gelir?
2010'lardan beri epik film anlatısı, Marvel filmlerinin de hayatımıza girişiyle büyük aksiyon sahneleri ve yüksek prodüksiyonla özdeşleşti. Buna rağmen The Godfather, There Will Be Blood ve Oppenheimer gibi nispeten daha düşük prodüksiyonlu ve büyük aksiyon sahnelerine sahip olmayan filmler de epik bir anlatıya sahiptir. Peki o zaman bir filmin epik olması için ne gibi özelliklere sahip olması gerekir? Öncelikle epik hikayeler toplumun değiştiği zaman ve mekanlarda geçerler. Örneğin Dune, Fremen halkının kaderini tamamen değiştirecek olayları; The Godfather 2 ise Küba Devrimi’nin hemen öncesini mekân ve zaman olarak ele alır.
Bir diğer epik film özelliği ise filmin baş karakterlerinin tüm bu toplumsal değişimlerde önemli role sahip olmasıdır. Örneğin Star Wars'ta Luke Skywalker tüm evrenin kaderini değiştirecek yegâne kişidir. Epik Filmlerin birçoğu süre olarak uzundur. Çünkü film, hem karakterlerini hem de zaman ve mekanın genişliğini kısa sürelerde seyirciye geçiremez.

The Brutalist İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Adrien Brody’nin canlandırdığı vizyoner mimar László Toth’un Holokost’tan kurtulup Amerika’ya gelişini ve hayata yeniden tutunma mücadelesini anlatır. Film; 215 dakikalık süresi, müzikleri, savaş sonrası Amerika’sını resmedişi ve filmin içinden çıkıp gerçekten yaşamış büyük bir sanatçı haline gelen László Toth karakteriyle tüm epik anlatı özelliklerini yerine getirmiş olur. Toth filmde toplumsal değişimde çok büyük bir rol oynamasa da tarihe damga vurmuş bir mimar olarak seyirciye gösterilir. Toth’un hikayesi sadece filmde tanık olduklarımızla sınırlı kalmaz, geçmişi ve geleceği de anlatıya katılarak karakterin kendi gerçekliğini yaratır. Böylece László Toth'un hikayesi; İlyada, Odessa veya Gılgamış hikayeleri gibi gerçekliği aşıp mitik bir boyut kazanır. Gerçekte var olmayan kurgusal karakter var olan tarihsel gerçeklik içinde yüceltilerek büyük bir sanatçı olarak gösterilir. Film, mekânın ve zamanın ihtişamını László Toth'un mimarı olduğu binayı göstererek ve dönemin Amerika’sını dış sesle anlatan ara sahnelerle bize gösterir. László Toth’un mimarlığını yaptığı binanın inşaatını müzikle beraber izleyen seyirci adeta büyülenir. İnşaat sahneleri tıpkı There Will Be Blood’daki petrol çıkarma sahneleri gibi görkemlidir. Tüm bunlar birleşince ortaya biyografik bir epik anlatı ortaya çıkar.
László’nun kendi dramını mimari eserlerinde somutlaştırması, hem sanatçının yaratım sürecine dair güçlü bir hikaye anlatımı sunar hem de bu eserlerin ihtişamıyla seyirciyi büyüleyerek filmin epik hissiyatını pekiştirir. The Brutalist, bireysel ve kolektif tarihin kesişiminde, epik filmlerin klasik unsurları olan zaman ve mekân genişliği, görkemli anlatım ve bireysel kahramanlık gibi özellikleri başarıyla sergiler Tüm bunlar, filmi yalnızca bir biyografi olmaktan çıkararak destansı bir hikaye haline dönüştürür.
The Brutalist, henüz ilk sahneden Amerikan rüyasının simgesi özgürlük heykelini tersine çevirerek bizi karşılar, bu adeta rüyanın kabusa dönüşeceğinin habercisidir. László geldiği gibi soluğu kuzeni Attila’nın yanında alır. Attila,László’ya sahip çıkar ve ona kalacak yer ve iş verir. Dışarıdan kapsayıcı, her dini inanca saygılı gözüken ancak özünde milliyetçi, muhafazakar, ırkçı ve Katolik olan ortalama Amerikalıların göçmenleri sadece kendilerine benzemeleri ve asimile olmaları şartıyla kabul etmesine özellikle Atilla aracılığıyla şahit oluruz. Atilla Katolik biriyle evlenmiş, din değiştirip Katolik olmuş, ismini de bir Amerikan ismiyle değiştirmiştir. Rüyanın önemli bir adımını tamamlamış, benliğinden vazgeçmiştir. László’ya oraya ait olmadığını hissettiren ilk kişi Attila’nın eşidir. Her fırsatta ona bakamayacaklarını, gitmesi gerektiğini söylemekten çekinmez.
Bir Amerika Portresi: Van Buren

Filmin en önemli karakterlerinden biri de Guy Pearce’in oynadığı Harrison Lee Van Buren karakteridir. Van Buren, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın hegemonik gücü haline gelip sistemin bayraktarlığını yapan Amerika’nın harika bir temsili olarak karşımıza çıkar. Harrison’ın oğlu Harry, babasının kütüphanesini yeniden tasarlayıp ona sürpriz yapmak ister. Bu iş şans eseri Toth’un kucağına düşer. Ancak yeni olanın şoku başlangıçta Harrison için fazladır. Harrison kütüphanesinin değiştiğini görünce çılgına döner ve László’yu kovar. İleride ise László’nun mimarlık geçmişini öğrenince beyaz, Katolik, ırkçı, zengin ve sözde münevver Van Buren, László’yu bir nevi kendi entelektüel ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olan bir köleye dönüştürmeye çalışır. Ona sürekli bir şeyler anlatır, László’yu ise dinliyormuş gibi yapar. Aslında tek istediği onu dinleyip, isteklerini yerine getirecek fakat etrafındaki diğer asalaklar gibi olmayan bir hizmetkardır. Her zaman başrol olmak ister. Sürekli onu pohpohlayan ayak takımıyla yemekler yerken László’ya bir göçmen olduğunu, onlarla eşit olmadığını gerek aksanına gerek çeşitli davranışlarına laf ederek hatırlamaktan kendini alıkoymaz. Van Buren, László’yu masasına davet edip aynı masada yemek yiyebilir, onunla sohbet edebilir ama onu gözünde asla kendisiyle eşit statüye koymaz. O; sanayici, güçlü, “Amerika-yapımı” biridir. Dünyanın merkezindedir. Bu merkez, zaman veya mekan tanımaksızın, o nerede olursa orada kalmaya devam eder.
Van Buren’in László’ya teklif ettiği büyük iş ise annesi adına yapılacak kültür merkezidir. Bina tasarlanıp inşasına başlansa da László’nun “brutalist” mimari tercihi; yüksek tavanlar, geniş kemerler inşa etmesi etrafındakiler tarafından hoş karşılanmaz. Bu durum Amerika’nın içe dönük, radikal ve yabancı estetiklere kapalı, benmerkezci toplumunu bir kez daha gözler önüne serer. László, onlar için müesses nizamı bozmaya çalışan bir anarşisttir. Bir nevi Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıyordur. Filmin ismi tüm bunların ışığında anlam kazanır. The Brutalist, adını İkinci Dünya Savaşı sonrası çıkan bir mimari akımdan alır. Bu mimari akıma dahil olan yapılarda herhangi bir kapatıcı madde kullanılmaz. Beton, işlenmemiş bir şekilde saf haliyle ortada durur. Film de aynı şekilde Amerika’yı süslemez, kapitalizm ve ötekine olan nefret tüm saflığıyla film boyunca kendini gösterir.

Filmin kilit noktası ise László’nun savaş yüzünden ayrı düştüğü karısına kavuşmasıdır. Felicity Jones’un canlandırdığı Erzsébet Tóth, Macaristan’da diplomatik sıkıntılar yüzünden mahsur kalmışken Van Buren’in siyasi bağlantıları sayesinde yeğeni Zsofia ile birlikte Amerika’ya, Lászlónun yanına gelir. Erzsébet savaşta yetersiz beslenme sebebiyle yürüyemez hale gelmiştir. Her ne kadar Amerika’ya yeni umutlarla gelse de beklediğini bulamaz. Amerika’nın kocasını ne denli yıprattığını fark eder. Bir yandan hastalıkla boğuşurken bir yandan da László’yla uğraşmak onu da yıpratır. Yeğeni Zsofia ise kurtuluşu başka yerlerde arar. Siyonizm etrafında yeni bir hayat kurar. Erzsébet ise her ne kadar başta yeğeni gibi düşünmese de sistem onu da siyonizme iter. Filmin bu anları Siyonizm propagandası gibi görünse de film, o dönemde Amerika’daki Yahudilere siyonizmin neden cazip geldiğini anlatmaktan fazlasını yapmaz.
Film, bir zaman atlamasıyla seyirciyi 80’lerdeki bir mimarlık konferansına götürür. Artık László yaşlanmış, yürüyemez, konuşamaz hale gelmiştir. Onun yerine yeğeni Zsofia onu ve eserlerini anlatır. Zsofia eserlere, belki de kendi siyonist düşünceleri sebebiyle, filmde gösterilmeyen bir bakış açısıyla yaklaşır. Eserlerde amcasının toplama kamplarından ilham aldığını, oranın boğuculuğu ve kasvetini göstermeye çalıştığını anlatır. Bu sayede sanat eseriyle sanatı tüketen arasındaki bağımsız ilişkiyi, tüketicinin sanata yeni anlamlar kazandırdığını görürüz.

Film, üç saatlik süresine rağmen seyirciyi bir an bile kaybetmeden Amerika’nın gerçeklerini çarpıcı bir şekilde anlatıyor. The Brutalist, There Will Be Blood ve Martin Scorsese filmleriyle birlikte Amerika’nın portresini çizen filmler arasında yerini alıyor. Başta Adrien Brody olmak üzere oyuncuların mükemmel performansı, etkileyici retro estetiği ve epik senaryosuyla bu yılın Oscar yarışında adını çokça kez duyacağız.
Comments