top of page
  • Nazlıcan Doğan

Lanthimos Sinemasında Distopik Temsiller: Dogtooth ve The Lobster

Hayatta kalmayı öncelediğimiz, kendi gerçekliğimize ekranlar ardından bakmaktan yabancılaştığımız, steril hastane beyazlığının ve sela sesleriyle birbirine karışan ambulans sirenlerinin eksik olmadığı şu günlerde bir Lanthimos filminde sıkışıp kaldığınıı hisseden herkese; keyifli okumalar!

Spoiler içerir!


Bu yazıda Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un Dogtooth ve The Lobster filmlerinin evrenini oluşturan ve belki de Lanthimos’u Lanthimos yapan beyaz distopyalarını mercek altına almaya çalışacağım. Yönetmenin filmografisine giriş yapmadan önce Lanthimos’un da temsilcisi sayıldığı Yeni Yunan Dalgasının karakteristik yanlarını vurgulamakta fayda var. Sosyo-kültürel ve mitolojik geçmişiyle dünya sinemasında yadsınamaz bir yeri olan akımın, ana akım sinemadan ayrılan temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz: Tematik olarak toplumsal sorunları odağına alması ve Yunan toplumunu şekillendirmesi, estetik açıdan deneysel sinemaya yakın oluşu ve yapımcıların gönüllü olarak birbirlerinin filmlerine katkıda bulunması.¹ Attenberg’in yönetmeni Athina Rachel Tsangari ile birbirlerinin film yapımcılığını üstlenen Lanthimos bir röportajında bu tercihin tesadüf olmadığına, fon bulma sıkıntısından meydana geldiğine değindiğini de ekleyelim.² 2008 ekonomik krizinin buhranıyla da harmanlandığında, fon bulmaktan festival gösterimlerine uzanan hepten sıkıntılı bir yapım sürecine rağmen Lanthimos’un filmlerinde düşük bütçenin olumsuz etkilerine rastlamak oldukça zor.

Otoriter kurumlara, özellikle de aileye karşı eleştirel söylemleriyle; mevcut düzenin şiddete ve çatışmaya, kimlik bunalımlarına, ruhsuz bir cinselliğe ve esarete yol açtığını gösteren alegorik anlatımlarıyla da tanınan, sinema anlayışını deneysel çekim teknikleriyle bütünleştirerek Yeni Yunan Sineması'nın çağdaş temsilcisi haline gelen Lanthimos’un distopik düzenlerine biraz yakından bakalım. Yunan Yeni Dalga Sineması'nın belirleyici özelliklerinden biri olan yıkıcı, rahatsız edici sinema anlayışını en net yansıtan filmlerden biri olan Dogtooth (2009), Lanthimos filmografisinde öncü bir film. Filmin hikayesi, ücra ve izole bir evde iki ebeveyn, iki genç kız ve bir genç erkekten oluşan bir ailenin hayatına dayanıyor. Yaşadıkları ev, soluk renkleri, izolasyonu ve yüksek duvarlarıyla boğucu bir atmosfere sahip. Genel kullanımın aksine, dışarıdan girilmesini önlemek adına değil çocukların dış dünyayla bağlantılarını olabildiğince sınırlandırmak adına yüksek bu duvarlar. Çocuklarını dış dünyadan izole bir şekilde yetiştiren bu ebeveynler, onlara köpek dişleri düştüğünde evi terk edebileceklerini söylüyorlar. Filmin açılış sekansında anne, çocukların kendisine sorduğu kelimeleri sahte anlamlarıyla tanımlıyor. “Günün yeni kelimeleri: Deniz, Otoban, Yolculuk ve Pompalı Tüfek. 'Deniz', oturma odasındaki gibi ahşap kolçaklı deri koltuktur. Örnek: Ayakta kalmayın, denizde oturup sohbet edin.” Sistematik olarak yanlış bilgilendirilen çocuklar için gerçeklik bu öğretilerden ibaret oluyor. Çocuklar bir şekilde dış dünyaya adım atabilseler bile, öğrendikleri manipüle edilmiş dil onları bu sefer de görünmez yüksek duvarlara sahip toplumdan soyutlamaya devam edecek kadar güçlü. Dilin ideolojik işlevine yapılan bu eleştiri, Orwell’in kültleşmiş distopik romanı 1984’ü anımsatıyor. Yapı-söküm yoluyla anlamı sosyal otorite figürünün kontrolü altına alınan dil, tıpkı yenisöylem’in 1984’te yaptığı gibi, çocukları kendine yabancılaştırıyor. Bununla birlikte Lanthimos distopik bir dünya değil, domestik bir distopya yaratarak Dogtooth'u diğer distopik filmlerinden ayırıyor. Yönetmen, bir aile düzenine indirgediği distopyasında farklı sosyal konseptlerin karakteristiğini yansıtan aile üyeleriyle beraber gerçek dünyanın küçük bir temsilini oluşturuyor. Bu distopik temsillerden bazılarına, evden dışarı çıkmakta özgür olan totaliter baba figürünün temsil ettiği sosyal güç ya da kardeşlerin temsil ettiği, sistemin baskıcılığından nasibini alan çoğunluk örnek verilebilir. Aşina olduğumuz otoriter baba veya bastırılmış cinselliğinin keşif sürecindeki ergenler ile aile kurumunun kendi içinde problematik bir yapı olduğu önermesine de değiniyor Lanthimos. Öte yandan, Christina’nın -erkek çocuğun cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için çağırılan seks işçisi- eve gelişiyle bu katı sınırları esnetiyor, dışarının farklı olduğu sinyallerini taşıyor ve nihayetinde evdeki denge ve güvenli alan dağılmaya başlıyor. Film ilerledikçe, eve ‘yabancı’ Christina’nın çocukların meraklı yanını tetiklediğini ve başkaldırma eğilimlerini arttırdığını görüyoruz. Nihayetinde, kardeşlerden biri ebeveynlerinin öğretisi ‘gerçek’leri sorgulamakla kalmayıp, kendi köpekdişini söküyor ve babasının arabasının bagajına saklanarak evden dışarı çıkıyor. Ona öğretilen gerçeklerden kaçarken bile bunu ancak kendisine çizilen sınırlar dahilinde yapabilmesi, babasından da gördüğü şekilde evden sadece arabayla çıkabileceğini düşünmesi çok çarpıcı. Gösterilmese bile arabanın bagajında nefessizlikten öldüğünü tahmin edebiliyoruz. Dogtooth’un sonu açısından The Lobster ile benzerlik gösterdiğini söyleyebiliriz. The Lobster’ın başkahramanı David, -yine özgürleşmek uğruna-kendini kör etmek için tuvalete gider ve biz ne olduğunu görmeden perde kapanır.


The Lobster’daki distopik evrenin çekirdeğinde günümüz dünyasında olmayan bir cihaz yer alıyor: İnsandan hayvana dönüşüm makinesi. Kitli bir odada duran bu cihazın varlığını biliyor ama onun hiç görmüyoruz. Bu vahşetin ne bir tasviri ne de bir sureti yok filmde. Bu bana söz konusu tasvirden finansal kaygılarla kaçınılmış olabileceğini düşündürdü ilk etapta. Eğer öyle değilse ve bu bilinçli bir şekilde oluşturulmuş bir gizem ise; kötülüğün bir tasvirinin ve suretinin olmaması, vahşetin boyutunun zihnimize bırakılmasına sebep oluyor ve zihnimiz bilinmez bir tehlikeyi şekillendirirken oldukça acımasız olabiliyor. Peki bu hayvandan insana dönüşüm makinesi ne zaman kullanılıyor? The Lobster, partneri olmayan bireylerin kendi seçtikleri bir hayvana dönüşmek zorunda kaldığı distopik bir evrende geçiyor. Bu distopik evren ise üç ana yapıdan oluşuyor: Orman, şehir ve hikayenin başladığı otel. İnsanların bu otelde geçirmek ve kendilerine uygun bir partner bulmak için 45 günleri oluyor. Ormanda -otelden kaçıp vahşi doğayı yuva edinen- kaçakları avlarlarsa fazladan gün kazandıkları acımasız bir düzen bu. Yakın zamanda boşanmış bir erkek olan David’in aynı otelde başarısız olan ve köpeğe dönüşen erkek kardeşiyle birlikte otele giriş yapmasıyla başlıyor film. Açılış sekansında, David resepsiyondaki kayıt formunu doldururken biseksüel seçeneğinin olmadığını öğrenmesi ise cinsel yönelimin de oteldeki diğer yönetmelikler gibi katı kurallara bağlı olduğunu gösteriyor seyircilere. Aynı zamanda bireyselliğin yıkıldığı ve tek-tipleşmenin başladığı ilk an olmasıyla da önemli bir an bu. Otelin katı kurallarının ilk fiziksel yansıması ise kıyafet yönetmeliğiyle gösteriliyor. Bu otelde erkekler aynı takımı, kadınlar aynı elbiseyi giymek zorunda. Bu sözde tekdüzeliğe rağmen ironiktir ki eşleşmeler çoğunlukla ortak özellikler üzerinden yapılıyor. Örneğin David’in oteldeki arkadaşlarından topal olan; aynı rahatsızlığa sahip birini bulmak çok zor olduğundan, kronik burun kanaması olan bir kadınla uyuşmak uğruna gizlice kendi burnunu kanatmaya başlıyor. David de arkadaşına benzer bir yöntem izleyerek bir partner buluyor ancak yalan üzerine kurulan bu evlilik uzun sürmüyor ve yakalanmamak için David otelden kaçıyor.

Otel dışında iki ana oluşum vardır: Otelden kaçan bekarların yaşadığı orman ve eşleşen çiftlerin yaşadığı şehir. Bekarlar ormanda bir yaban hayatı yaşarmaktadırlar. İlk bakışta özgür ve umutlu bir yer gibi görünse de orman yaşamı da zamanla kendi katı kurallarını oluşturmuştur. Oteldeki kuralların tam aksine aşık olmak ve romantik/cinsel ilişki yaşamak yasaktır. Burada da tıpkı oteldeki gibi kuralları çiğneyenler ağır cezalara maruz kalır ve giysileri yine siyah pançolarla tekdüzeleştirilmektedirler. Otelde kendine uygun bir eş bulamayan David, ruh eşini bula bula ormanda bulur. Miyop lakaplı kadın da -aynı hastalığa sahip- David’in aşkına karşılık verir ve yakalanmamak için kendi aralarında bir işaret dili oluştururlar. Bu işaret dili, Dogtooth'a benzer olarak, dil kavramının ideolojik işlevinin yeniden tanımlanması olarak yorumlanabilir. Özgürleşmeleri için mevcut dil sınırlarından çıkmaları gerekmektedir ancak bu yeterli değildir tabii. Kaçış planı yapan aşıklar kadının tuttuğu günlüğün bulunmasıyla yakalanırlar. Yabanılların lideri, miyop kadını cezalandırmak için göz doktoruna götürür, kadının göz hastalığı iyileşir. Böylece, aralarındaki uyum temelden sarsılır. Final sahnesinde bir restoranda bir şekilde şehre kaçmayı başaran çifti görürüz. David, çift olmaya devam edebilmek uğruna kendini kör etmek için elinde bir bıçakla banyoya girer ve bu onu son görüşümüz olur. Ancak kendisini kör edip etmediğini görmeyiz. The Lobster özelinde anarşizmin de kendi ilkel düzenini yarattığını ve olası bir çözüm olamayacağını görmüş oluruz. Öte yandan, iki filmde de kahramanlar sistemden kaçmaya çalışır ve bunu neredeyse başarırlar. Ancak bu kaçış girişimleri sistemin şartlandırılmasının ötesine geçemez. Böylelikle yönetmen hem sistemi eleştirir hem de aynı sistemin gerekliliğini vurgular.


Lanthimos, distopik temsillerini filmin hikayesiyle harmanlarken izleyicinin konumunu da göz ardı etmiyor. Lanthimos, The Lobster'da ‘kısa boylu’, ‘burnu kanayan kadın’ veya ‘kalpsiz kadın’ gibi lakaplar kullanarak izleyicinin kendini karakterlerle özdeşleşmesini önleyerek filme eleştirel yaklaşımımıza ve filme yabancılaşmamıza da katkıda bulunuyor. Seyircinin yabancılığını pekişitiren bir diğer unsur, şiddet sahnelerindeki klasik müzik kullanımı oluyor. The Lobster’da otel sakinlerinin ormana ava gittikleri ilk gün arabadan indikleri sahnede başlayan klasik müzik, slow-motion ile de desteklenen, bu yabancılaştırmayı en net yaşadığımız anlardan birisi. Yorgos Lanthimos’un günümüz dünyasının yozlaşmış değerlerini aile, şiddet, cinsellik unsurlarını bir araya getirerek hicvettiği Dogtooth ve The Lobster filmleri; biz izleyenlerine hem bizden olan hem de bir o kadar yabancı olduğumuz, distopik temsillerle örülü iki ayrı evren sunuyor.


KAYNAKÇA

(1), (2) Rose S. (2018) https://www.theguardian.com/film/2011/aug/27/attenberg-dogtooth-greece-cinema


361 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page