top of page
Derin Doğa Kokal

Das Lehrerzimmer: Yanlış Yerde Doğru İnsan Olmak

Güncelleme tarihi: 24 Haz

İyilikten maraz gerçekten doğar mı? Herkesin yanlış olduğu bir yerde, sadece sizin doğru olmanız sizi yanlış yapar mı? 2024 Oscar adayları açıklandıktan kısa bir süre sonra Türkiye’de fazlasıyla konuşulmaya başlanan Das Lehrerzimmer (Öğretmenler Odası), seyircisine işte bu soruları soruyor. Das Lehrerzimmer’ın elbette Türkiye’de konuşulmasının en büyük sebeplerinden biri, filmi yazan ve yöneten İlker Çatak’ın, Mustang (2015) filminin yönetmeni  Deniz Gamze Ergüven’den sonra Oscar’a aday olan ilk Türk kökenli yönetmen olması. Ancak eleştirmenlerin övgüsünü alan ve yılın favori filmlerinden biri olan Das Lehrerzimmer’ın önem arz eden yanı sadece bununla sınırlı değil. İlker Çatak’ın 98 dakikalık nispeten kısa denebilecek bu filmi, başta sorduğum soruların peşinden koşan ve günümüzün sistematik sorunlarına değinen evrensel ama bir yandan da Almanya’nın iç sorunlarını gözler önüne seren yerel bir film. Film özellikle ırkçılık, iptal kültürü, sahte demokrasi ve sistemin çatlakları üzerine kurulu olan temalarıyla bugünkü Almanya’nın problemlerini anlatıyor. Ve aslında seyirci olarak film boyunca bir okul içinde yaşanan kaostan çok, bir ülkenin yaşadığı çıkmazları izliyoruz. Bu çıkmazları ve sorunları anlayabilmemiz için de filmin genel yapısına sirayet eden “sistemin kutsallığı” kavramını incelememiz gerekiyor.



Das Lehrerzimmer, birkaç aydır bir lisenin yedinci sınıfında öğretmenlik yapan genç öğretmen Carla Nowak’ın, arka arkaya gelişen hırsızlık vakalarını araştırmasını ve sonrasında gelişen olayları anlatmaktadır. Aslında Almanya’nın yaşadığı toplumsal ve sistematik krizlerin bir metaforudur bu okulda yaşananlar. Birazdan değineceğim filmde geçen “sıfır tolerans” sözünden hareketle herkesin eşit olduğu savunulan bu ülkede diğer bir deyişle bu okulda görünenin birer sahte demokrasiden ibaret olduğunu filmin daha ilk dakikalarında anlarız. İlk sahnede, Bay Liebenwerda’nın cüzdanından para çalındığı için öğrenci temsilcisi olan iki öğrencinin sorgulanmasını ve ikinci sahnede öğretmenlerin sınıfta erkek öğrencilerin cüzdanlarını aramasını izleriz. Bu sahnelerin ortak özelliği, gücü elinde tutan öğretmenlerin demokrasi kisvesi altında öğrencileri baskıladığı ve köşeye sıkıştırdığı gerçeğini bize gösteriyor olmasıdır aslında. Özellikle yönetenler yani öğretmenler, özel hayatı ihlal edecek şekilde çocukların cüzdanlarını aramalarının baskıcı bir uygulama olmadığını, tam tersine bu uygulamanın gönüllülük esasına dayandığını vurgularlar. Ama eğer cüzdanını göstermeyen biri olursa da bu durum onu alenen suçlu konumuna sokmaktadır. Bu tip bir paradoksun savunuculuğunu, öğretmenler sıfır tolerans politikasının arkasına saklanarak yaparlar. Bu savunma biçimi de daha üst bir okumayla Almanya’nın demokrasi ve insan haklarının arkasına saklanan hükümet politikalarına işaret eder. Ve film boyunca sıfır tolerans olarak adlandırılan demokrasinin tamamen sahte olduğunu ve sadece göz boyamak için kullanıldığını anlarız.


Ancak bütün bu sahte demokrasinin karşısında filmin özellikle ilk yarısında çizilen ırkçılık ve göçmen sorunu da Almanya’nın diğer bir çatlağına ışık tutmaktadır. Cüzdanların aranmasından sonra cüzdanında fazla para bulunduğu için Türk kökenli bir öğrenci olan Ali, suçlu ilan edilir ve ailesi hemen okula çağırılır. Ailesi ile görüşüldüğü sahne aslında çok genel ama anlamlı bir göçmen krizi portresi çizmektedir. Sonuçta, azınlık olan Ali ve ailesi gibi insanlar ne yaparlarsa yapsınlar ülkenin çoğunluğu tarafından suçlu olarak algılanacaktır. Türk aile ile görüşüldüğü sahnede, Ali’nin annesinin “Parayı hediye alması için verdim.” açıklamasının ardından sorduğu “Neden benim Ali’m?” sorusu karşısında, müdürün “Yanında çok para vardı.” sözü Almanya’nın göçmenlere karşı olan genel tutumunu gösterir niteliktedir. Ardından Ali’nin annesinin “Para taşımak suç değildir.” demesiyle müdürün; “okulumuzda sıfır tolerans politikamız var. Her şeyi araştırıyoruz.”, açıklamasının arkasına saklanması da bariz olarak yapılan ırkçılığın kurallar ve kanunlar yoluyla örtülmeye çalışılmasının birer kanıtıdır. Ek olarak, sahnenin devamında müdür, Ali’nin anne ve babasının aralarında Türkçe konuşmalarını durdurup Almanca konuşmalarını ister. Bu durum da kültürel baskının ifade edilişi olarak karşımıza çıkar. Azınlık olarak konuşulan bir dili kendi ülkesinde istemeyen bir toplum temsili görürüz. Daha ilk 10 dakikada yaşanan bu olaylar bizlere Almanya’nın içinde bulunduğu sahte demokrasi atmosferinin ve çarpık sisteminin kapsamlı bir portresini sunmaktadır. 



Filmin ilerleyen dakikalarında Carla, sınıfında yaşanan haksız muameleler karşısında sessiz kalmaz ve kendi başına soruşturma yapmaya karar verir. Öğretmenler odasında suçluyu yakalamak için bir tuzak kurmak amacıyla bilgisayarının kamerasını açık bırakır. Bu tuzak sonucunda, şüpheli kişinin okul sekreteri Friederike Kuhn olduğunu keşfeder. Film ilk dakikalarından itibaren bizlere Carla Nowak’ın idealist, doğrucu ve iyi niyetli tutumunu gösterir. Her ne kadar sınıfa girdiği zaman “Guten Tag” şarkısını bir orkestra şefi gibi söylemesi, onun da sistemin bir çarklısı olduğu gerçeğini değiştirmese de, ilk dakikalardaki öğrencileri sorgulama ve cüzdanları arama sahnesinde Carla’nın tutumu, sistemin içindeki iyi ve doğru insan olduğunun en temel göstergesidir. Ancak bu doğruluk git gide artan karışıklık içinde onu yanlış yapar. Çünkü Carla’nın kurduğu bu tuzak onun suçluya dönüşmesine sebep olur. Kişisel hak ve mahremiyet meselesini ciddiye alan kıta Avrupa’sının insanları, Carla’nın çektiği bu videonun kişisel alanı ihlal ettiğini düşünmeye başlar. Veli toplantısı sahnesinde de hırsızlık yapan okul sekreteri Friederike Kuhn’un “Benim videomu çekti.” söylemi bir anda suçlu-mağdur ikilisini tepetaklak eder. Velilerin, öğretmenlerin ve öğrencilerin gözünde Carla yavaş yavaş suçluya dönüşür. Çünkü çağımızda üstünde en çok durulan noktalardan biri olan kişisel hakları ihlal etmiştir. Filmin bu meseleye yaklaşımı özellikle Batı toplumunun hassasiyetlerini yansıtması açısından önemlidir. Kıta Avrupa’sının insanlarının kendi kişisel mahremiyetlerine düşkün oldukları bir gerçektir ve onlar hakkındaki herhangi bir verinin varlığı onlar için bir cinayetten bile daha endişe vericidir. Kuhn’un videosunun çekilmesi, özellikle velilerin bunu öğrenmeleriyle veli toplantısı esnasında isyan etmelerine ve şaşırmalarına sebep olur. Bununla birlikte okulda yaşanan aksilikler yerine Carla’nın davranışları bir suç objesine dönüşür. Kuhn’un oğlu ve sınıfın en başarılı öğrencilerinden biri olan Oskar’ın da annesine haksızlık yapıldığını düşünmesiyle birlikte işler daha da karmaşık bir hal alır. Oskar, öğretmeni Carla’nın annesine karşı davranışlarından dolayı bütün öğrencileri örgütler ve Carla’ya karşı bir tutum almalarını sağlar. Bu noktadan itibaren Carla köşeye sıkışmış hisseder ve filmin hikayesi içinden çıkılmaz bir hal alır. Zaten film boyunca hissedilen tekinsizlik ve sıkışmışlık hissi yönetmenin tercihi ettiği çerçeve boyutuyla da hissettirilir. Seyirci olarak boğulmuş hissetmemizle birlikte bir anda okların neden Carla’ya döndüğünü anlamlandırmaya çalışırız. Ancak bu noktada - başta söylediğim - sistemin kutsallığı meselesini incelememiz gerekir. 


Bir devletin veya filmdeki gibi bir okulda işleyen sistemin adeta insanlar tarafından dokunulmaz ve kutsal addedilmesi film boyunca bize hissettirilen bir başka olgudur. Hatta bir sahnede müdür “Uzun yıllardır olan tecrübemize güvenin.” Şeklinde bir cümle kurar. Bu cümle aslında tam da sistemin kutsallığına işaret eden bir sözdür. Yıllar boyunca yıkılmayan ve her geçen gün büyüyen ülkemiz (okulumuz) bu sistem sayesinde bugünlere geldi demenin bir başka yoludur aslında. Bu yüzden başta da söylediğim gibi bu okulu bir devlet ve ülke alegorisi olarak ele alırsak kimse sisteme toz kondurmaz hatta onu kutsallaştırıp eleştirmeyi bile akıllarına getirmez. Sözde demokratik bir devletin yaptığı gibi yöneticiler halkına bir takım haklar tanır, özgürlük yalanıyla halkı kandırır ama en sonunda isteklerini baskıyla, manipülasyonla yaparlar. Öte yandan bu sözde demokratik sistemin içinde halkın eleştiri, düşünce ve fikir özgürlüğüne de hak tanıyormuş gibi davranırlar. Ama okul gazetesinde çıkan röportajın yöneticilerin hoşlarına gitmediği için yasaklanması da özgürlüğün öğretmenlerin izin verdiği ölçüde gerçekleştiğinin bir kanıtı haline gelir. Öte yandan Oskar’ın annesine haksızlık yapıldığını düşünen öğrenciler diğer bir deyişle halk da yaptıkları protestoyu ve eleştiriyi esas suçluya yani sisteme değil, iyi niyetinden dolayı günah keçisi ilan edilmiş Carla’ya yaparlar. Bu durum halkın ancak gücünün yettiğini cezalandırdığını bizlere gösterir. Aslında film boyunca yaşanan bu olaylar günümüzdeki insanların, devletlerin ve genel olarak bütün sistemin ne kadar yanlış olduğunu bizlere anlatmaya çalışır. Öğrencilerin, yöneticileri veya sistemin çarpıklığını eleştirmeye gücü yetmediği için sistem ile halk arasında sıkışıp kalmış olan Carla’yı suçlaması ve rezil etmesi de bu yüzdendir. Film boyunca iyi niyetle hareket eden ve kimsenin zarar görmesini istemeyen Carla da doğru olmanın bedelini yanlış ilan edilerek öder. 



Filmin son sahnesinde ise Oskar’ın sınıf içinde kendi başına başlattığı oturma eylemi, polisin çağırılmasıyla son bulur. Yönetmenin açık uçlu bir final yapmasıyla birlikte film biter ve seyirci olarak yönetmenin bizlere belirli sorular sorduğunu anlarız. Ancak yönetmen bu soruların hiç birini cevaplamaz. Zaten yönetmenin böyle bir niyeti olduğu da söylenemez. Esas niyeti bu çıkmazları çözmek değildir. Filmin sonunda da anlatmak istediği meselenin tam olarak bu çözümsüzlük olduğuna işaret etmek ister yönetmen. Her ne kadar Carla ve Oskar’ın sessizlik içinde birbirlerine baktıkları sahnede Oskar, daha öncesinde Carla’nın verdiği rubik küpü çözülmüş bir şekilde masaya koysa da, yönetmen dibine kadar battıkları bu sistemin tam olarak bir çözümünün olmadığını ve hayatın rubik küpten fazlası olduğunu bize gösterir. Çünkü hayat çözümsüz bir çıkmaz ve sonucu olmayan bir yoldur. Bu yüzden konuşmak yerine sürekli kavga ediyoruz. Bozuk sistemin içinde birbirimizi suçlayacak, aşağılayacak, itham edecek kadar aciziz. Belki de insan olarak birbirimize bu kadar uzak, bu kadar vefasız, bu kadar acımasız olmamızın sebebi de bu sistemin bizim etrafımızda ördüğü kalın duvarlardan kaynaklanıyor olmasıdır. Ve içimizdeki o dürüst, namuslu, doğru insanlar ne kadar çığlık atarlarsa atsınlar bizi çevreleyen duvarları asla yıkamıyorlar. Biz ise dört duvar arasına sıkışmış bir halde yaşamaya ve bize dayatılan sözde demokratik sisteme boyun eğmek zorunda kalıyoruz. Tıpkı Carla Nowak’ın yaptıklarının hiçbir yaraya merhem olmaması ve bu yüzden sisteme boyun eğmesi gibi. Tıpkı Oskar’ın haklı mücadelesini sürdürmek için başlattığı oturma eyleminin filmin sonunda polisler tarafından sonlandırılması ve absürt bir şekilde Oskar’ın dışarı çıkarılması gibi.   

148 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kommentare


bottom of page