top of page
Yazarın fotoğrafıBerkay Zihni

YÖNETMEN PORTRESİ: KEN LOACH

İçerik bakımından çok çarpıcı eleştiriler sunan Kes filminde estetiğinin temellerini de atar Loach. Kamera çoğu zaman sabittir, sadece sağa-sola pan veya yukarı-aşağı tilt yaparak insanları takip eder. Geniş açıdan defalarca ormanlık alanların manzaralarını ve şehirdeki binaları ve yolları görürüz. Loach, sahnelerin hemen hepsinde doğal ışık kullanır, yapay ışıklandırmaya yeltenmez



Sosyal gerçekçi sinema, gerçek hikâyeleri yine kendi gerçeklikleri içerisinde kadraja sığdırmayı hedefler. Sosyal gerçekçi filmler, hem biçim ve stil açısından hem de prodüksiyon ve dağıtım gibi endüstriyel faktörler bakımından ana akım filmlerin tam karşısında durur. Ken Loach da sosyal gerçekçi sinema denildiğinde aklımıza gelen ilk isimlerden biridir. Loach’un filmleri, iktidara karşı bir başkaldırıdır ve ezilenin her daim vermesi gereken varoluş mücadelesini anlatır. 


Sinemaya ilk olarak yönetmen asistanı olarak atılan Loach, daha sonrasında BBC için çalışmaya başlar ve belgesel çekimlerinde yönetmenlik yapar. Loach’un sinemaya ilk adımlarını atması için olanak sunan BBC hakkında İngiliz yönetmen bir röportajında şunları söyler: “BBC, her daim hükümetten bağımsız olduğunu iddia eden ve sistem odaklı haberler ile bazı solcu dramaları dengeleyerek farklı politik görüşlere zemin sağladını kanıtlamaya çalışan bir kuruluştu.” Loach, 1966 yılında BBC’nin The Wednesday Play antolojisi için belgesel tarzında çektiği, Birleşik Krallık’taki evsizlik sorununu işleyen ve bu konuda açık açık hükümeti eleştiren “Cathy Come Home” isimli film ile büyük bir yankı uyandırır ve film İngiliz parlamentosu tarafından soruşturulur. Üç yıl sonra çekeceği “Kes” isimli film ise Birleşik Krallık’ın eğitim sistemi üzerine yapılan en büyük eleştirilerden ve yönetmenin en çok beğeni toplayan filmlerinden biri olacaktır.



Kes filmini çektiği 1969 yılından 1990’lı yıllara kadar, yaklaşık 20 yıllık süreçte nispeten pasif kalır, adını çok da duymadığımız birkaç belgesel ve kurmaca film çeker. 1990’lı yıllara geldiğimizde ise Hidden Agenda, Riff-Raff, Raining Stones, Ladybird Ladybird gibi filmlerle yeniden kendinden söz ettirir. Ardından, 1995 ve 1996 yıllarında arka arkaya diğer ülkelerdeki devrimci hareketleri konu alan iki film çeker. İlk olarak İspanya İç Savaşı’nda komünistler ile anarşistler arasındaki çatışmayı konu alan Land and Freedom filmini, sonrasında da Nikaragua'daki devrimci harekete değinen Carla’s Song filmini perdeye taşır. Daha sonra İskoçya’daki sosyo-ekonomik sorunları konu alan My Name Is Joe ve Sweet Sixteen gibi filmler ile üretmeye devam eder. Aradan geçen birkaç yılın ardından 2006’da çektiği The Wind That Shakes the Barley filmi ile Cannes Film Festivali’nde ilk kez büyük ödüle uzanır. Bundan tam 10 yıl sonra, 2016’da kendisine ikinci kez Altın Palmiye ödülünü getiren film ise bürokrasinin ne kadar yozlaşmış olduğunu çok açık bir şekilde tasvir eden I, Daniel Blake olur. 3 yıl sonra tekrar ortaya çıkan Loach, bu sefer Sorry We Missed You filmi ile gözleri kendisine çevirir. Artık sektörden elini ayağını çektiğini düşünürken The Old Oak filmi ile bu sene tekrardan Cannes’da boy gösteren Loach, onlarca yıldan sonra aktif olarak üreten nadir yönetmenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor.


Tabii Loach’un filmografisi sadece bu filmlerle sınırlı değil. Tüm filmografisi boyunca sosyal gerçekçi filmler çeken, belgesel tarzını kurmacaya uyarlayan, çoğunlukla amatör oyuncularla veyahut filmin konusunun geçtiği bölgenin yerel halkından insanlar ile çalışan, ajitasyon için abartıya kaçmaktansa toplumsal sorunları olanca gerçekliği ile yansıtan, kamerasını da bu amaç doğrultusunda doğal bir estetik sunmak uğruna kullanan ve asla politik söylem ve eleştirilerinden taviz vermeyen usta yönetmen Ken Loach’un burada bahsi geçmeyen kısa, orta ve uzun metraj olmak üzere farklı uzunluklarda daha birçok filmi bulunmakta. Filmografisinde gerek belgesel gerekse kurmaca türünde onlarca film yer almakta. Tüm bu filmlere tek bir yazıda değinmek mümkün olmadığından yönetmenin filmografisini farklı zaman periyotlarına bölmekte ve her periyottan birer filme değinmekte fayda var. Bu yazıda yönetmenin filmografisini “Erken Dönem”, “90’lı Yıllar” ve “Cannes Yılları” şeklinde üç farklı periyoda bölecek ve her periyottan birer filme odaklanacağız. 


ERKEN DÖNEM: KES



BBC için çektiği Cathy Come Home’dan sonra kendi filmlerini çekmeye başlayan Ken Loach, 1969 yılında çektiği Kes filmi ile büyük yankı uyandırır. Kes, Billy isimli bir çocuğun sahiplendiği kerkenezi eğitme süreci üzerinden koca bir eğitim sisteminin eleştirisini sunmanın yanı sıra sınıfsal çatışmaların net bir tasvirini içerir. Kes sadece Billy’nin hikâyesi değildir; eğitim sisteminin ve sınıfsal farklılıkların kurbanı olan her çocuğun hikâyesidir. 


İşçi bir ailenin çocuğu olan Billy, evde maruz kaldığı psikolojik şiddetin üstüne okulda da öğretmenleri ve akranları tarafından zorbalığa uğrar. Okulda gördüğü “eğitimin” ona hiçbir faydası olmadığı, hatta aksine okul ortamının ona zarar verdiği çok açıktır. Ancak onu tekrardan hayata tutunduracak, çabalamaya itecek bir şey ile karşılaşacak ve onun ihtişamı karşısında büyülenecektir: kerkenez. Billy, sahiplendiği bu kerkenez ile beraber kendisini de eğitecek ve eğitimin belirli kalıplar içerisinde sınırlandırılamayacağını gösterecektir.


İçerik bakımından çok çarpıcı eleştiriler sunan Kes filminde estetiğinin temellerini de atar Loach. Kamera çoğu zaman sabittir, sadece sağa-sola pan veya yukarı-aşağı tilt yaparak insanları takip eder. Geniş açıdan defalarca ormanlık alanların manzaralarını ve şehirdeki binaları ve yolları görürüz. Loach, sahnelerin hemen hepsinde doğal ışık kullanır, yapay ışıklandırmaya yeltenmez. Basit ama olabildiğince doğal yollar ile mekanın durgunluğunu ve canlıların hareketliliğini gösterir. Tüm bu estetik tercihler ile Hollywood’un izleyiciye yapay estetik ve kurmaca öyküler ile sunduğu hayalperest dünyanın antitezini sunar. Sinema politiktir ve öyleyse sinemanın araçları da politik bir zemine oturmalı ve gösterilmek istenenin sahiciliğine göre şekillenmelidir. İngiliz yönetmen de anlatmak istediği hikâyeleri olanca gerçekliği ile sunmak istediğinden estetiğini de mümkün olan en sahici zeminde kurar ve sosyal gerçekçi sinemanın tüm koşullarını sağlar.



90’LI YILLAR: LAND AND FREEDOM

1995 yılı hem Ken Loach’un kendisi için hem de genel sinema izleyicisi için bir dönüm noktası olacaktır. Kendisi için bir dönüm noktası olur çünkü; bu yılda çektiği Land and Freedom filmi ile ilk defa konu olarak Birleşik Krallık’ın dışına çıkar ve zaman olarak da bizi geriye götürür. Genel sinema izleyicisi için dönüm noktası olmasının sebebi ise filmin ana akım savaş filmleri gibi İkinci Dünya Savaşı’na, Nazi Almanyası’na veyahut Sovyetler Birliği’ne odaklanmak yerine İspanya İç Savaşı gibi çok daha az işlenen bir konuya değinmesidir. Film aynı zamanda geleneksel tarih anlatısının da dışına çıkıyor, faşistler ile komünistler arasındaki çatışmayı anlatmaktansa İç Savaş döneminde İspanya’daki komünistler ile anarşistler ve stalinistler ile anti-stalinistler arasındaki çatışmayı odak noktasına alıyor.



David Carr isimli Britanyalı bir komünistin mektuplarından ve anılarından yola çıkarak, İspanya İç Savaşı’nın solunu anlatan filmde, yine ana akım savaş filmlerinde gördüğümüz kalabalık ve kanlı çatışma sahnelerinin aksine çok daha basit ve neredeyse kan göstermeden çekilen çatışma sahnelerini görürüz. Hollywood’un büyük prodüksiyon gerektiren savaş sahnelerinin tam anlamıyla zıttıdır bu filmde gördüğümüz sahneler. Bu da Loach’un basit estetik anlayışını tekrar kanıtlar niteliktedir. Hikâyenin izleyicide bir karşılığı olması için büyük bir anlatıma veyahut kusursuz estetiklere ihtiyaç yoktur. Hikâyenin en basit ve en doğal haliyle sunulması yeterlidir. Sosyal gerçekçi olan da budur zaten; bir olayı veya olguyu en saf hali ile sunmaktır. 


CANNES YILLARI: I, DANIEL BLAKE

I, Daniel Blake, usta yönetmen Ken Loach’un Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandığı ilk filmi değil. Bu filmin çıkışından tam 10 yıl önce The Wind That Shakes the Barley filmi ile Altın Palmiye’ye ulaşan Loach, Birleşik Krallık’taki bürokrasinin ne kadar yozlaşmış olduğunu gösteren ve çok sert bir dille eleştiren bu film ile ikinci kez Altın Palmiye kazanır.


Film, normal şartlarda emekli olması gereken ancak hâlâ çalışmak zorunda olan Daniel isimli bir işçinin sağlık durumunun kötüye gitmesi ve bunun üzerine bürokratik yolları deneyerek emekli olmaya çalışmasını konu alıyor. Ancak bürokrasi Daniel’ın önüne her seferinde farklı bir engel çıkarıyor ve Daniel bir noktada bunun üstesinden gelemeyeceğini anlayınca farklı işler aramaya başlıyor. Aynı zamanda geçim sıkıntısı çeken ve çocuklarına bakmaya çalışan Katie ile tanışıyor ve elinden gelenin en iyisi ile ona yardım ediyor. Her noktada hayatını zora sokan bürokrasi onu ölüme sürüklüyor ve Loach bu şekilde sisteme acımasız bir eleştiri daha sunuyor. Yine sistemin sömürdüğü insanların hikâyelerini basit ama incelikli yollarla tasvir eden Loach, bu filmden sonra üretmeye devam ediyor. Bu sene yine Cannes’a katılan usta yönetmen bizlere yeni filmler ile yeni eleştiriler sunmaya devam edecek gibi gözüküyor.



KAYNAKÇA

Forrest, D. (2013). Social Realism: Art, Nationhood and Politics. Cambridge Scholars Publishing.

Loach, K., Garnett, T., & Quart, L. (1980). A FIDELITY TO THE REAL: An Interview with Ken Loach and Tony Garnett. Cinéaste, 10(4). Cineaste Publishers, Inc.


230 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page