Uzun bir zamanın ardından kendimi Taksim’e atabilmiştim. İstanbul’un insanın iliğini kurutan sıcaklığında ve Taksim’in bitmek bilmeyen kalabalığında yürürken aklımda tek bir şey vardı: Cine Majestic sinemasına ulaşmak
Burada 25-30 Haziran 2022 tarihleri arasında 15.si düzenlenen DOCUMENTARIST Belgesel Festivali kapsamında yer alan belgesellerden bir kısmı gösterimdeydi. Ben de tarihin belli bir alanına yakından ışık tutmasıyla ve yer yer animasyon tarzı anlatımlarıyla ilgimi çeken Love Is Potatoes/Liefde is Aardappelen (2017) isimli belgesel için biletimi alıp koltuğuma kurularak 21:00 seansını beklemeye koyuldum.
Şimdi ise keyifle izlediğim eseri inceleme zamanı!
Belgesel aslında doğrudan filmin yönetmeni Aliona van der Horst’ın hayatındaki bir kırılma anını ve bu anın sonrasını anlatıyor: Yönetmene büyükannesinden Rusya’da 6 m2’lik bir ahşap ev miras kalıyor. Bu evin maddi açıdan tahmin edeceğiniz üzere bir değeri bulunmuyor. Ancak tarihi açıdan çok mühim olduğunu söyleyebiliriz. Bu gelişmeye duygusal yaklaşan yegâne kişi de filmin yönetmeni diyebilirim.
Ev aslında van der Horst’un annesi ve 5 teyzesine miras kalıyor. Tabi ailenin ikinci kuşağı olarak nitelendirebileceğimiz bu aile üyelerinin yaşı ve sağlık durumları dolayısıyla buradaki eve seyahat etmeleri söz konusu olmadığından devreye üçüncü kuşak olarak büyükannenin torunları giriyor.
Kuşaklar arasındaki en büyük farkı geçmişe yönelik umursama seviyesi üzerinden gözlemleyebiliyorsunuz. Yönetmenin kuzenleri daha en baştan “Evi şöyle paylaşalım, şöyle tamir edelim ve kullanalım.” şeklinde konuşup maddi kazanımlara yönelirken van der Horst evin içerisindeki mektuplara ve fotoğraflara dalıyor. Bu tarihi madeni kazmaya koyuluyor.
Bu madenin derinliklerine inildiğinde ise Stalin dönemi Rusya’sının ağır şartlarını görebiliyorsunuz. Aynı zamanda geçmişin yeterince geride kalmadığına da belgeseli izlerken şahit olmak mümkün.
O dönemki koşullar dönemin mektupları ve şahitlerinin konuşmaları üzerinden ifade ediliyor ancak anlatımı etkileyici kılan, belirli sahnelerin animasyonlar ile aktarılmış olması. Burada da devreye Simone Massi giriyor. Gerek çizimleri gerekse sahne geçişleri arasındaki bağlantıların arka planda aktarılan hikayeyle uyumlu bir şekilde anlatılması animasyonun yer aldığı sahneleri daha ilgi çekici kılıyor.
Hikâyenin odağında yer alan van der Horst’un annesi küçük bir çiftlik evinde, Stalin Rusya’sının sert koşullarında yaşamış biri. Yaşadığı şartlara olan itirazını Rusya’da yaşayan yabancı biriyle evlenerek ve yurt dışında yaşamayı tercih ederek gösteriyor. Bu aslında dönem şartları düşünüldüğünde cesaret gerektiren bir tutum. Altı kız kardeş içerisinden yurt dışına yerleşen tek kişi de kendisi oluyor. Belgeselin çekildiği zaman diliminde epeyce yaşlanmış ve çeşitli hastalıklarla boğuşuyor olduğu için konuşamaz durumda olan van der Horst’un annesinin yüzünde içerisinde bulunduğu koşullara karşı çetin duruşunu ve güçlü bakışlarını halen görebiliyorsunuz.
Şimdi ise kısaca belgeselin genelinde çarpıcı bulduğum kısımlardan bahsetmek istiyorum:
Yazımın başlarında ailenin son kuşağının kalan mirasa karşı kayıtsızlığına vurgu yapmıştım. Bu, dönemin şartlarından bihaber olan veya farklı bir dünya görüşüyle hayata bakan bireyler düşünüldüğünde bana anlaşılır geldi. Öte yandan van der Horst’un annesinin Stalin dönemi koşullarına tepki göstererek ülkeden ayrıldığını düşünürsek yönetmenin teyzelerinden birinin -ki kendisi hayatı boyunca Rusya’da yaşamaya devam etmiş- Stalin dönemine dair bir kötülemede bulunmaması benim için oldukça şaşırtıcı oldu. İsmini hatırlayamadığım bu kişi döneme dair özel olarak bir rahatsızlığını dile getirmiyordu. Ona göre şartlar o yıllar için olağandı ve çevresinde dışarıdan tepki gösterilen uygulamalara rastlamadığını vurguluyordu. Belki de geride bırakmayı başaramadığı bu hayatı sahiplenmeyi tercih etmişti veya inkâr etmek her zaman kolay bir seçenekti.
Beni şaşırtan diğer bir konu ise yönetmenin telefonla aradığı teyzelerinden birinin aralarındaki akrabalık bağını hiçe sayarak “Beni arama.” dercesine gösterdiği tepkiydi. Teyzesinin yönetmenin Rusya ile bağının kalmadığını vurgulaması bana kalırsa aslında yönetmenin annesinin göç etmesine duyduğu bir tepkiydi. Neticede tarihin dinamikleri Rusya’yı ve halkını belirli şartlara mahkûm hale getirmişti ve kendi konforundan fedakârlık yapanlardan biri olan van der Horst’un annesi ailesinin kaderini etkilemişti.
Öte yandan filmi izlerken merak ettiğim önemli bir konu filmin adına dairdi. Bunu ise çok güzel açıklıyorlardı. Döneme dair ‘sevgi’ anlayışının, ailelerin çocuklarına ilişkin davranışlarının nasıl olduğunu öğrenmeye çalışan yönetmenimiz aşağıdakine yakın şu yanıtı alıyordu:
Çocuğa sevgi göstermek demek onun aç kalmaması demekti. Onun patates yiyebilmesiydi. İşte bu yüzden sevgi patatesti.
Neticede kıymet verdiğini hayatta tutmaktan daha üstün bir sevgi olabilir miydi?
Bu belgeseli nereden izleyebilirim dediğinizi duyar gibiyim. Henüz bu belgesel MUBİ’de vizyonda görünmüyor ancak dijital olarak kiralanabiliyor veya satın alınabiliyor. Özellikle bu dönemle ilgileniyorsanız araştırma eserlerinden ayrı olarak kişisel bir hikayeyi gözlemlemek kesinlikle daha çekici olacaktır. Belgeselin Leipzig DOK Festival başta olmak üzere 6 farklı film festivalinden ödül aldığını da not düşeyim. Kısacası izlemenizi tavsiye ediyor, şimdiden iyi seyirler diliyorum.
Comentarios