Lucio Fulci sinemasını “öncesi” ve “sonrası” şeklinde iki kategoriye ayırmak mümkün. Bu nevi şahsına münhasır İtalyan yönetmen, 1959 yapımı ilk uzun metrajı I ladri’de kusurlu ama hevesli bir komedi yönetmeni izlenimi vermiştir. İlerleyen vakitlerde Ragazzi del Juke-Box (1959), Colpo gobbo all'italiana (1962) gibi kalburüstü, hafif seyirlikler vaat eden filmlerle izleyici karşısına çıkmış, sonrasında western (Le colt cantarono la morte e fu... tempo di massacro), erotik gerilim (Una sull'altra) gibi değişik türlerde de şansını deneyerek sanatına yeni renkler katmıştır. Heyhat günümüzde neredeyse hiç kimse Fulci’yi bu ilk dönemiyle anmıyor, iyi bir mazeretleri de var: Başından geçen bir trajedi üstüne kendini korkunun ve vahşetin sinemasına adayan Fulci, bugün kültleşen ve adını İtalyan korku sinemasının efsaneleri arasına yazdıran filmlerini de kariyerinin bu ikinci devresinde ortaya çıkarmıştır.
Fulci Katolik bir ailede yetiştirilmiş, hayatını da bu değerlere yaslanarak şekillendirmek istemiştir. Dünyanın onun için başka planları vardır: Mutlu aile hayatı, 1969’da ileri derece kanser teşhisi konulan karısı Marina Fulci’nin intiharıyla derin bir darbe yer. İki kızıyla bir başına kalan, çok geçmeden küçük kızı Camilla’yı ise bir trafik kazasında kaybeden Fulci, yaşadığı buhranın etkisiyle kendisi için hiç hayırlı olmayan bir yola girer ve içindeki hüsranı, öfkeyi sineması aracılığıyla ortaya koyar. Aile, kadınlar, evlat ve elbette dini öğretiler Fulci’nin bu hıncından nasibini alacaktır ilerleyen yıllarda. Çeşitli kurumlara duyduğu inancı sorgulamak, Fulci’yi bugün tanıdığımız yönetmen kimliğine kavuşturur. Her ne kadar üstat sonraki söyleşilerinde kendini Katolik olarak tanımlamaya devam etse de birçok filmi izleyene öyle bir intiba vermez.
Evvela giallo (İtalyanca ‘sarı’, aynı zamanda bol kanlı İtalyan suç/gizem filmlerine verilen genel isim) türüne adım atan Fulci, türün iki başyapıtını birbiri ardına çeker: Una lucertola con la pelle di donna (A Lizard in a Woman’s Skin, 1971) ile Non si sevizia un paperino (Don’t Torture A Duckling, 1972). Bilhassa ikinci örnekte Accendura kasabasında çocukları öldüren seri katilin bir papaz çıkması, filmi izleyen kilise çevresinden büyük tepkiler toplamıştır. Öte yandan cesur yeni Fulci sineması için bir yol haritası teşkil edecek bu iki örnek, yaşamı sadece dindar kesime karşı değil, herkes için bir kâbusa çevirir: Kadınlar, çocuklar, hatta zavallı köpekler öldürülür, kesilip biçilir, linç edilir. (Una lucertola con la pelle di donna’da mekanik köpeklerle hazırlanan ve nice midenin çaresiz kalacağı şoke edici işkence sahnesi, gerçek zannedildiği için özel efekt ustası Carlo Rambaldi’nin hayvan istismarı suçlamasıyla tutuklanmasına dahi sebep olmuştur.) Yaşamın bitmek bilmez çilesine ve tabiri caizse ‘post-Katolik’liğe dair bakışını en iyi Fulci’nin kendisinden dinleyebiliriz:
“İlginçtir, Katolik olmama rağmen Cennet’in varlığını tasavvur edemiyorum. (Belki de Tanrı beni terk etmiştir?) Öte yandan Cehennem sıklıkla gözümde canlanıyor, ne de olsa sadece Cehennem’i algılayabildiğimiz bir toplumda yaşıyoruz. Günün sonunda Cennet’in betimlenemez olduğunu idrak ettim. Hayal gücü, cehennemvari dehşetlerin baskısına maruz kaldığında çok daha güçlüdür. […] Bu dediğim ilginç gelebilir, ama ben Tanrı’yı halen aradığını söyleyen (Luis) Buñuel gibi bir adamdan çok daha mutluyum. Yaradan’ı başkalarının sefaletinde buldum, ıstırabım da Buñuel’inkinden büyük. Anladım ki Tanrı’mız, acının Tanrı’sı. Ateistlere çok imreniyorum, zira onlar böyle düşüncelerle boğuşmuyor.”
Fulci’yi tanımayanlar için -ve belki tanıyanlar için dahi- ziyadesiyle ürkütücü olan bu açıklama, yönetmenin filmlerindeki şiddetin dozunu ve amacını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Yıllar geçtikçe filmlerinde hem daha gerçekçi hem de son derece yaratıcı vahşet sahneleri yaratan Fulci, böylelikle oldukça hak edilmiş bir biçimde “gore’un vaftiz babası” unvanına kavuşacaktır. Önceki filmlerine nazaran belirgin şekilde doğaüstü temalara kaymaya başladığı ve Amerikalı oyuncularla çalışarak dünyaya açıldığı Zombi 2 (1979)’de bir zombi ile gerçek bir köpekbalığı arasında geçen akıl almaz dövüş sahnesi, muhtemelen bugün dahi korku sinemasının yakaladığı en yaratıcı ve özgün anlardan biridir. Esasında uzman bir dalgıç ve köpekbalığı eğitmeni olan Ramón Bravo’yu “sualtı zombisi” rolünde seyrettiğimiz sahne, zamanının şartları gereği sıfır görsel efektle kotarılmasına karşın izlerken sahiciliği ile ağzımızı açık bırakır. Tartışmasız bir başarı olmasının yanında vahşet namına aşırı bir unsur barındırmayan bu sahnenin yanında elbette bol kanlı-gövdeli sahneler de Fulci’den sorulur. Zombi 2’nin hemen ardından gelen Cehennemin Kapıları Üçlemesi, insan yüzü kemiren tarantulalardan tutun da ağızdan gani gani dökülen bağırsaklara bugün izlediğimizde dahi yüzümüzü çevirdiğimiz gerçekçilikte sahneler içerir.
Bu noktada Cehennemin Kapıları Üçlemesi’ne ayrı bir parantez açmak iyi olabilir. Kimi hayranlara göre bu üç film (İngilizce adlarıyla City of the Living Dead, The Beyond, The House By The Cemetery), Zombi 2 ile birlikte Fulci sinemasının zirve noktasıdır. Üstelik muhtemelen inanç-inançsızlık dengesinin en iyi gözlemlediği Fulci filmleridir, zira korku unsurları baştan sona ‘doğaüstü olan’dan gelir. Bilim, akıl ve mantığın destekçisi karakterler sınanır ve neticede (aslında diğer herkes gibi) korkunç yazgılarla karşılaşır. City of The Living Dead’de intihar eden bir rahibin ruhu, kasabasına musallat olarak ismiyle müsemma cehennem kapılarını aralar, H.P. Lovecraft eserlerine fazlasıyla öykünen bir hikâye eşliğinde çevresine ve olan bitende bir mantık arayanlara dehşet saçar. Gerçeküstücülüğü harika biçimde kullanarak yer yer akla David Lynch filmlerini getiren The Beyond’un sonunda bütün zorluklara göğüs gererek hayatta kalabilmiş, biri inançlı biri inançsız iki karakter, kendilerini ölüler diyarını tasvir eden bir tablonun içinde bulurlar. Üçlemenin diğer filmlerine kıyasla oldukça basit bir hikâyesi olan The House by The Cemetery’de dahi mutlu bir aile tablosunun doğaüstü bir güç yüzünden yavaş yavaş parçalanışını izleriz.
Bütün bu karakterlerin oldukça temel bir hatası vardır: Bir Fulci evreninde anlam arayışlarına girmek! Filmlerini sadece kendi zevki için çektiğini söyleşilerinde defalarca açıklayan Fulci’nin nihai amacı karakterlerini dinmek bilmeyen bir bilinmezlik kâbusunun içine atmak ve ortaya nasıl manzaralar çıkacağını gözlemlemektir. Öte yandan bu demek değildir ki biz seyirciler olarak bu oldukça etkileyici bilinçaltından hareketle okumalara girişmeyeceğiz: Üçlemede yer almasa da doğaüstü temasıyla serinin gayrıresmi üyesi konumundaki Zombi 2, politik bir gözle izlenmeye az çok müsait bir eserdir. Buyurun konuya bir göz atalım: Karayipler’de gözlerden ırak Matul Adası’nda araştırmalarını sürdüren meşhur bir biliminsanının teknesi New York açıklarında içinde cesetlerle birlikte ortaya çıkınca, kızı yanına olayı araştıran bir gazeteciyi de alarak adaya doğru yola koyulur. Bu esnada adada bir zombi istilası baş göstermiştir. Yerli halk hadiseyi vudu gelenekleriyle bağdaştırır, bu da akıllara bilinen en eski zombi tanımını getirir: Afro-Karayip ve Kreol kabilelerinde uygulanan şamanistik ayinler sonucu bir kukla misali canlanan, ama sahiden bir bilinç kazanmayan cesetler. Filmdeki zombilerin makyajı bile Fulci tarafından, özellikle bir vudu bebeğini andıracak şekilde tasarlanmıştır. Yoğun bir sömürgecilik geçmişine sahip Karayip coğrafyasındaki bir adada cani kuklalarla mahsur kalan Batılı karakterler, baskı altında tutulmuş “alt kültür”ün onlara karşı intikamını kurguladığı, kurtuluş yolu olmayan bir senaryonun içinde bulurlar kendilerini. Yeri gelir haçla zombi öldürür, yeri gelir son sığınak olarak adadaki tek kiliseye sığınırlar. (Elbette o kilise de başlarına yıkılacaktır!) Heyhat bütün bunların yanında Lucio Fulci’nin filmin isminin sonuna sırf George A. Romero’nun İtalyancaya Zombi ismiyle çevrilen filmi Dawn of the Dead’in ününden yararlanmak için 2 rakamını eklemek gibi ‘ucuz’ bir harekete başvurması, filmin olası derinliğine köstek olmuyor desek yalan olur! Filmde kısaca işlenen vudu teması ise asla sağlam bir zemine oturtulmaz, akıldan geçen her politik mesaj “acaba”larıyla kalır.
Özel efektlerdeki ve özgün sahneler yaratmadaki onca titizliğine karşın çoğu filminde tutarlı ya da derin bir anlatı peşinde koşmaması, Lucio Fulci sinemasının belki de en çok eleştiri toplayan yönü olmuştur. Ustanın filmlerini biraz daha ‘b-movie’ kategorisine yaklaştıran bu durum, ömrü boyunca Fulci’yi hak ettiği saygın konuma ulaşmaktan men etse de, o inancıyla yüzleştikçe sinema sanatının anlatı normları konusunda kimseye aman vermemiş, hep bildiğini okumuştur. Tam da bu yüzden ortaya çıkan filmler hep seçili bir kitlenin gözbebeği olarak kalacak, bunu yaparken de insanı dehşete düşürmeye devam edecektir. Tıpkı yönetmenin sıkı hayranları için bile aşırı vahşet içeren New York Ripper (1982)’da olduğu gibi. Biz önümüzdeki günlerde vizyona girecek ilk Fulci biyografisi Fulci for Fake’i bekleyeduralım, önümüzde hazmedilmeyi reddeden koca bir külliyat var.
Comments