top of page
  • Fatma Betül Ataş

Kiarostami’nin Deneysel Filminde Anlam Katmanları: Shirin

Aristoteles, anlatı dendiğinde akla gelen başlıca yapıtlardan biri olan Poetika adlı eserinde özelde şiir sanatına, genelde de sanatsal yaratma sürecindeki her ürünün üzerine eğilir. Trajedi hakkında “İyi kurulmuş öykülerin (mythos) ne gelişigüzel başı olabilir ne de gelişigüzel sonu” diye bahsederken onun bir uçtan diğer uca tamamlanmış ve bütünlüğü olması gereken yapısını vurgular. Sinemanın anlatı olmak zorunda olup olmaması başka bir tartışma elbet, fakat görsel bir sanat olarak sinema da belli bir bütünden oluşuyor ve bu bütünün içerisinde oyuncudan kostüme, kurgudan görüntüye birçok konsept var. Belki de hayatımızda ve karşımıza çıkan çoğu sanat eserinde bu eksik kalmama ve tamamlanmış hissetme ihtiyacı Aristoteles’in Poetika’sının üzerimizde bıraktığı bir iz. Zira açık bir yer, eksik bir taraf kalmasın istiyoruz. Duygusal ya da akli muhakememize hitap eden bir son arıyoruz, özetle bir katarsis peşindeyiz. Hollywood’un filmin başında seyircisine görünmez bir kontrat imzalattığı sinema yapma biçiminin Poetika’yla ilgisi olduğunu bu bağlamda söyleyebiliriz. İşte sinemayı eleştirmeye kalkıştığımız vakit de bu bütünün parçalarında bir eksiklik olmasıyla başlıyor.


Tarkokvsi’nin “…Görüntü bizim gözlerimizle bakmamıza izin verilen hakikatten bir izlenimdir…” diye tanımladığı yerde Shirin, birdenbire çok cesur bir meydan okuma olarak karşımıza çıkıyor. Öncelikle, 2008 yapımı Shirin filminin hepimizin içten içe arzuladığı bu bütünlüğü ve tamamlanmışlığı kırmakta çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Abbas Kiarostami, filmin başından itibaren kamerasını seyircilere tutarak hepimize “Sinemanın görevi her zaman görüntüyle mi seyirciye anlatıyı aktarmaktır, yoksa sadece ses bunun için yeterli olur mu?” sorusunu sorması bu parçalanmanın örneği. Bu konuyu biraz daha genişletmeden önce filmin konusundan bahsetmekte de fayda var. Shirin, sinema salonunda geçiyor ve bir film izleyen seyircilerin deneyimine şahit oluyoruz. Bu film hem İran hem de Türk edebiyatından aşina olduğumuz Hüsrev ile Şirin’in hikayesi. Hikâye bir müzikli melodram gibi işlenirken, biz de sanki bir radyo tiyatrosu dinliyoruz. Yönetmenin daha filmin en başında görüntüyü ve ses bandını ayrı bir şekilde sunacağını beyan etmesi, bu filmin şimdiye kadar izlediklerimize benzemeyeceğinin habercisi.


Bu cüretkâr tavır Shirin’in temel meselesi. Üstelik, filmin sonuna kadar seyircilerin bir film izlediğine olan inancımız, Shirin’in bizimle farklı bir tür ilişki kurmak istediğinin bir göstergesi. Başka bir deyişle, bu filmin hepimizin aşina olduğu seyircilik alışkanlıklarına meydan okuyan özel bir amacı var. Film içinde film, deneyim içinde deneyimle izleyicisine hususi bir görev veriyor. Shirin izleyicileri olarak filmin başından itibaren pek çok şey düşünmek zorunda olmamız bu görevin bir parçası. “Bu kadınlardan hangisi başrol? Karakterlerin izlediği filmi ben de görebilecek miyim? Acaba gördüğüm bu kadın tekrar karşıma çıkacak mı?” gibi sorular film boyunca sürekli aklımızda dönüp duruyor. Bunun dışında, filmin sonuna kadar bir ses bandını takip etmekle yükümlü olmamız filmle tamamen bütünleşmemizi gerektiriyor. Kiarostami bize edilgen bir seyircilik yerine düşüncelerimizin dağılmasına imkan vermeden her an filmle birlikte aktif olan bir seyirci rolü biçiyor. Filmin sonuna kadar birçok parçayı zihnimizde birleştirmemizi bizden arzu etmesi de Shirin’in rahat izlenecek bir film olmadığını her saniye vurguluyor.

Shirin’i izlerken sinema tarihine dair bazı detayları da anıyoruz. Kiarostami bize Sovyet kurgu teorisinin kurucusu olan Rus sinemacı Lev Kuleshov’u hatırlatıyor. Kuleshov, “montaj” teriminden ilk defa bahsederken, birbiriyle alakası olmayan parçaların bir araya getirilip izleyiciye sunulduğunda nasıl bir anlam yarattığına olanak sunduğunu keşfetmişti. Bu yönüyle montaj, Kuleshov için pozların birbirine yapıştırılmasından çok, sanatsal bir düşünce tarzıydı.[1] Bu filmde de ses bandının ve görüntünün izleyiciye ayrı bir şekilde sunulması sinema deneyiminin nasıl bir yanılsama yaratabileceğini bizlere göstermiyor mu? Çünkü ikisi arasındaki tek ilişki o ses bandına ait görüntünün izlendiğine dair olan inancımız ve bunun gerçek olup olmadığı bilgisi film bittiğinde dahi bize verilmiyor. Ernst Fischer’in sanatı biraz da büyü olarak görmesine ve onu gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya yarayan tılsımlı bir araç olarak değerlendirdiği fikrine bu noktada katılabiliriz.


Ayrıca, sinema tarihinin ilk zamanlarında teknolojinin sınırlılıkları sebebiyle sadece görüntüsü olan sessiz filmler bir orkestra eşliğinde gösteriliyordu. Kısa zaman sonra canlı müzik dışında sonradan kaydedilen seslerin de filmlere eklenmesi sinemaya bambaşka bir anlam katmanı ekledi. Shirin'de de de bu durumun tepetaklak olması, sesi duyarken görüntüye ulaşamamamız, Kiarostami’nin sinema tarihine yaptığı bir başka atıf olarak görülebilir.


Son olarak, Shirin’in bize farklı bir deneyim sunmasının yanında onu bu kadar özgün kılan özelliği, filmin kendisinin de bir nevi deney ortamı inşa etmesi. Sanki bir laboratuvardayız ve her karakterin filmi deneyimleme sürecini inceliyoruz. Karakterleri hem zamanda hem de mekânda kesitler halinde gözlüyoruz. Yani filmde yer alan tüm aktrislerin bütünsel bir deneyimine erişemiyoruz. Bu laboratuvar ortamında, karakterlerin sadece yüzlerini görüyoruz. Kimi zaman ağlıyorlar, kimi zaman ise tebessüm ediyorlar ama kamera asla onların ellerine veya takılarına odaklanmıyor. Bu açıdan bakıldığında Tanpınar’ın dediği gibi bir insan yüzünün en manalı alem oluşu fazlasıyla dehşet verici bir şekilde tekrar zahir oluyor.


İnsan yüzü diğer organlara kıyasla zannettiğimizden daha fazla sırları faş ettiği için, kişinin yüzüne baktığımızda en kırılgan ve mahrem anlarına dahil oluruz. Öyle varlıklarız ki, aynı şeyden haz alıp, aynı şeye ağlayabiliyoruz. Tam burada, filmde gördüğümüz yüzler bir ayna haline geliyor ve o kadrajda yüzlere dair sezdiklerimiz kadrajın dışına çıkıp kendi hayati tecrübelerimizde bir karşılık buluyor. Bu karşılık bulma sonucu, film Şirin’den ziyade, bize ve hayata dair bir şeyler söylemeye başlıyor. Ernst Fischer’ın sanatın görevinin her zaman insanı bütünlüğü içinde heyecanlandırmak, kendisini bir başkasının yaşamı ile bir görebilmesini, başkalarında kendisinin olabilecek yaşantıları benimsemesini sağlamak olduğunu söyleyen yaklaşımıyla sanki Kiarostami çok iyi bir şekilde hesaplaşmış ve bize kadrajın içinden ziyade dışını yaşatmayı amaçlıyor.


Kısaca Shirin, filmsiz bir film olarak görüntüyü eksik bırakmasına rağmen o boşluğu birçok anlamlı düşünceyle dolduran, bizle temasını farklı bir şekilde kuran, sinema tarihine olan atıflarıyla da çok katmanlı bir hale gelen ve insan yüzünün etkileyici anlarına bizi tanık ederek hayatımıza ayna tutan bir sanat galerisi gibi.


“Benim hikayemi dinleyip ağlıyorsunuz. Gözyaşları arasından gözlerinizi görüyorum. O gözyaşlarını, ben, Şirin için mi döküyorsunuz? Yoksa her birinizin içinde saklı olan Şirin için mi?”

649 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page