top of page
Yazarın fotoğrafıdeniz ekim tilif

İlk ve Son Filmleriyle Agnes Varda

La Pointe Courte (1954)


Agnes Varda’nın henüz 25 yaşındayken çektiği ilk filmi La Pointe Courte’de kamera arkasında olağanüstü bir yetkinlik göstererek dönemdaşı sinemacılardan daha ileri bir çizgide durmasının, bu yetkinliğin insanlara sunacağı ilhamla tek başına Fransız Yeni Dalgası’nın temellerini atmasının kerameti neydi? Çevresinde olan biteni kamera aracılığıyla belgeleme aşkıyla yanıp tutuşması mı? İçinde günbegün alevlenmekte olan, sesini bir medya aracılığıyla duyurmak isteyen feminist düşünceleri mi? Kimi zaman dedikleri gibi bireysel yaratıcılığın bilhassa maddi ve teknik anlamda en kısıtlı atmosferde zirvesini bulabilmeye olan yatkınlığı mı? Bu savların hepsi genç bir sinemacıda böylesi bir vizyonu açığa çıkarabilecek -ve muhtemelen çıkarmış- ögeler olsa da benim kafamı kurcalayan olası bir etmen daha var: Varda’nın ilk filmini çektiği vakitler bir sinefil olmaması. Tam da sinemanın yazılı kalıplarına olan bu temassızlığından ötürü doğal, içsel bir biçimde kendini yazılı kurallardan bağımsız ilan etmiş olması.


La Pointe Courte’un restore edilmiş kopyasının Yale Üniversitesi öğrencileriyle ilk kez buluştuğu 1997 tarihli bir gösterim sonrası verdiği demece göre, Varda’nın bu ilk filmini çektiği güne dek ömründe baştan sona izlediğini hatırladığı tek film Citizen Kane idi. Heyhat kamera dedikleri büyüleyici cihazın yabancısı değildi, bir numaralı tutkusu fotoğrafçılıktı. Kadrajına gördüğü ve gösterebileceği her şeyi sığdırma imkânının verdiği şevk ve haz, Varda kendi fotoğrafik hafızasını şekillendirdikçe hem fotoğrafları hem de filmlerinde ayyuka çıkacaktı. Kurgusal hikâyeler anlattığı yapıtlarında dahi belgesel film ögelerine rastlamamızın daha tatmin edici bir açıklaması var mı? Varda her şeyden önce kamera aracılığıyla bize gerçek veya ideal gerçeklikte bir şeyler göstermek, bunları da kendi gözünden göstermek istiyordu. Film yapımına dair yazılı kuralların üstünde egemenliğini ilan etmediği bu hür zihin kadrajın arkasına geçtiğinde ortaya çıkan şeyin dönem sinemasında böylesine taze ve eşsiz durması, bugün dönüp baktığımızda çok da şaşırılası bir durum değil. Ancak döneminin sinema tabularına sağlam bir darbe vurmayı başarmıştı La Pointe Courte, kaldı ki bugün bile bütün güzelliği ve gizemleriyle büyülemeyi sürdürüyor.


La Pointe Courte’un Fransız Yeni Dalgası’nı birçok açıdan öncelediği bugün tüm sinema camiasının malumu. Jean-Luc Godard ile François Truffaut gibi isimlerin henüz seslerini duyurmadığı 1954 yılında bir film ortaya çıkıyor ki iki ana karakteri olan karı kocayı o güne dek eşi benzeri görülmemiş, uzun çekimlerin hükmettiği, mekân odaklı mizansenlere yerleştiriyor. İkilinin arasına mesafe koyarak oyuncularını titizce kurgulanmış bir ahenk içinde hareket ettiriyor. Yeri geliyor, iki suratın birbirine 90 derece açıyla, ancak bir bütün gibi gözükerek bakmasını sağlıyor (ve bu çekimle akla ilginçtir ki Yeni Dalga sineması ile ilgilisi dahi olmayan, kendinden 11 yıl sonra çekilecek Ingmar Bergman başyapıtı Persona’yı getiriyor). Derken çiftin şiirsel diyaloglarına kulak verişimizle simultane biçimde çevredeki tabiatın görüntüsünü takdim ediyor bize kamera, oradan da köy halkının yaşadıklarına, trajedilerine, mücadelelerine geçiş yaparak günlük yaşama dair objektif bir belgesele dönüşüyor, sonra yine aynı döngü tekrarlanıyor. Birbirine paralel giden ve kısım kısım izlediğimiz bu iki çok farklı anlatı ve üslup, bir bakıma sonraki yıllarda sıklıkla karşılaşacağımız ‘film içinde film’ anlayışını önceden müjdeliyor. Kadronun bilinmeyen oyunculara ağırlık vermesi, açılış yazılarında senaryo ile yönetmenliği hem Varda’ya hem de köy halkına mal etmesi de filmin öncü ruhunun tuzu biberidir diyebiliriz. Her yönüyle öngörülemez, her yönüyle güçlü bir iş karşımızdaki. Bu güçle yıllara direnen o cesur tavrını günümüze dek koruyor film: Varda’nın hiç yoktan kendi var edip yazdığı sinema kurallarını bir mitoloji misali devleştiriyor, kendinden sonra gelecek sinemacıların olduğu kadar bizzat Varda filmografisinin de yolunu çiziyor.



Varda By Agnes (2019)


Yönetmenin ölümünden hemen önce çektiği, kendini tıpkı The Beaches of Agnes ile Faces Places’te yaptığı gibi kamera önüne koyduğu son filmi Varda By Agnes, özeleştiri niteliği taşıyan alelade bir belgeselden çok daha fazlasını simgeliyor. Filmin bir kısmını bir konferans salonunda dinleyicileriyle kariyeri üstüne konuşarak geçiren Varda, önünde şapka çıkarılası hoca veya rehber statüsünü yıllardır korumuş olduğunu daha bu noktada hatırlatıyor bizlere. Hayatını kronolojiden arındırılmış biçimde, bir duygular ve fikirler bütünü olarak sunuyor. Rahmetli kocası ve meslektaşı Jacques Demy ile zor günlerde yan yana kalışlarını hatırlıyor. Sahili havanın, suyun ve toprağın birleştiği nokta olarak kutsuyor. Black Panthers’ın 1968 yazında gerçekleştirdiği protestoyu filme çekmek için nasıl da soranlara kendini ‘Fransız bir televizyon muhabiri’ olarak tanıttığını anlatıyor. Kah konferans salonunu Varda’nın karşısında bomboş görüyor, kah Varda ile birlikte kırsala ya da dışarıda bir masaya ışınlanıyoruz. Film böylesi beklenmedik kesmeler ve geçişlere başvurarak yönetmenin son yıllarında dahi izleyicisini öngörülemezliği ile şaşırtabildiğini kanıtlamış oluyor. Biz Varda’yı ve üslubunu ne kadar iyi tanırsak tanıyalım, o daima bizden bir adım ötede kaldı sanki yaşamı boyunca.


Varda bunca yaşanmışlık ve deneyime yeniden dönüp baktığı Varda by Agnes’te elbette ilk filmine de geri dönüp nasıl ortaya çıktığını yad etmeden edemiyor:

“(La Pointe Courte’yu) sıfır deneyimle çekmiştim. Ne film eğitimim vardı, ne de önceden bir sette asistan olarak çalışmıştım. Hiçliğin ortasından belirdi bu film. Kafamda belli bir yapı oturtmuştum ama. İki ayrı filmi değişimli bölümler şeklinde birleştirmek istiyordum, tıpkı (William) Faulkner’ın çok sevdiğim romanı The Wild Palms’ta yaptığı gibi. Dönüşümlü olarak balıkçı köylülerin sekansları ile çiftin sekanslarını gösterecektim. Hiçbir ortak noktası olmayan iki hikâye… Mekân hariç. Şahsi çeperde yaşananlar ile toplum çeperinde yaşananların yüzleşmesiydi bu. Dünyaya yönelik iki yaklaşımı yan yana koymuştum. Biri çok stilizeydi, hem kompozisyon hem de diyaloglar bazında. Diğeri ise daha çok İtalyan neo-realizmini andırıyordu, bu anlayışta yapılan filmleri henüz izlememiş olsam da. Filmin kurgusunu yapan Alain Resnais bana çok şey öğretti. Henüz yapılmayan bir şey daha yapmıştım: Normalde insanlar birbirinden uzaklaştıkça sesleri de kısılır. En sonunda onları duyamaz olursunuz. Bense en baştan seslerin daima ön planda kalacağı hükmünü vermiştim. Çiftimiz konuşurlarken birbirlerinden uzaklaşınca sesleri bu yüzden dublaja benzese de aslında sahiden konuşuyorlar. Senkronize bir ses, ama daima ön planda kalıyor.”

Varda by Agnes’ın son sahnesi tam da yaratıcısına yakışacak şıklıkta: Varda, şayet izlediğimiz filmi önceki bütün filmlerinden beslenen bir toplama albüm olarak düşünürsek mantıken “esas son yapıtı” sıfatına erişen bir önceki şaheseri Faces Places’ı anlatıyor. Bu filmde Fransız sanatçı JR ile yönetmenlik koltuğunu paylaşarak daha ilk yapıtının açılış yazılarında muzipçe ileri sürdüğü “kolektif sinema” fikrini ete kemiğe büründüren yönetmen, Varda By Agnes’in son dakikalarında ise Faces Places’ın finalini yeniden düşlüyor. JR ile sahilde otururlarken bir kum fırtınası çıkıyor ve ikisi birden bu fırtınanın ortasında yavaşça gözden kayboluyorlar. “Ben de sohbetimizi böyle bitireceğim,” diyor Varda en sonunda. “Flu görüntünün içine karışacak, sizi terk edeceğim.” Geçen sene sahiden de ansızın bizi terk eden Varda, neyse ki flu görüntünün içine karışmadı. Gördükleri ve düşündükleri, halen fotoğraflarının içindeki filmler, filmlerinin içindeki fotoğraflar kadar berrak. O berraklık bize sık sık cömertçe, arkadaşça rehberlik sunacak.




250 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page