top of page
  • Yazarın fotoğrafıZeynep Ceren Özden

OTOSANSÜR VE SİNEMADAKİ İZDÜŞÜMÜ


Otosansürün TDK’deki anlamı, “Kişilerin veya kurumların kendi kendilerini kısıtlaması,” şeklindedir. Başka bir siteye girdiğinizdeyse daha yumuşatılmış ve sevimli bir açıklama olarak, “Açık bir baskı olmadan, başkalarının hassasiyetlerine saygı göstererek, herhangi bir makamın ve yetkili kurumun engellemesi olmadığı halde, kişinin kendi çalışmalarını sansürleme veya sınıflandırması eylemidir,” cümlelerini görürüz. Açıktan bir baskı yoktur fakat şahıs kendini rahatsız hissederek aksiyonlarına bireysel olarak ket vurmaya karar verir. Başkalarının “hassasiyeti” de burada önemli bir rol oynar tabii. Peki, ham bir beyin, ham bir ruh ne zaman yaptığı en küçük harekete kadar otosansür uygulamayı yani istediği eylemi sırf başkası istemiyor ya da onun genel ahlak kurallarına uymuyor diye engellemeyi normalleştirir? Ne zaman kendi düşüncelerimizin eli maşalı bekçisi oluruz? Bunun cevabı kişiden kişiye ve yetiştikleri topluma göre değişim göstermektedir. Otosansür gibi süslü bir kelimeyi genellikle sanatçılar, yazarlar kısacası bir ürün icra eden göz önündeki insanlar için kullanırız. Fakat otosansür yani bireysel ket vurma işlemi aslında çok basit ve günlük hayatımızın bir parçasıdır. Kendime uygulamaya başladığım ilk otosansürüm hatırladığım kadarıyla oturmamla ilgili olmuştu. Evet, bildiğiniz oturmak. Dokuz ya da on yaşlarındayken bir teyzenin oturuşumu beğenmeyerek “cık cık öyle oturma” uyarısından sonra, nedense pek de tanımadığım bu kadına oldukça hak vererek, sürekli olarak insan içinde oturmam, kalkmam ve hatta nasıl durmam gerektiğine kadar giden “düzeltilmesi zorunlu hareketler” zinciri içerisine girmiştim. Bakıldığı zaman çok alakasız ve basit gibi duran bu hikâye uzun süre topluma yansıtmaktan çekindiğim karakter özelliklerimi oldukça engellemiş, kendimi teyzelerin tapması gereken ideal bir kız olmam gerektiğine inandırmıştım.




Sinema ve televizyon camiasında ise otosansür uygulanması, onca ay emek verdikleri eserin yayın kurulundan geçmemesi ya da sansürlenmesi gibi bir riske göze alamamalarından kaynaklı olduğu söylenilebilir. Bunun en yeni ve neredeyse tüm Türkiye tarafından bilinen, belki de sadece bir rivayet olan, ana akım örneği Netflix’in orijinal dizisi Aşk 101’deki eşcinsel olarak yazılmış bir karakterin sonradan heteroseksüel olarak revize edilip yayınlanmasıdır. Tabii, bu atmosferde para kazanmak ve sansür cezasından uzak durmak isteyen sinemacılar, aslında sansür korkusundan oluşan bir otosansür uygulamasına girmektedir. Bu kadar minik hareketler aslında pek çok insanın hayatında kelebek etkisi yaratarak hayatlarının en üretken dönemlerinde yaşadıkları toplumu memnun etme üstüne kurulu bir ömür sürmenin ne kadar kolay olduğuna ikna etmektedir. Eğer bunu, şunu ve bir diğerini -kendi inandığım şey olmasına rağmen- dile ya da yazıya dökmezsem toplum içerisinde daha rahat kabul görürüm mantığı oluşturmuştur. Farkında olmadan içine atıldığımız ve yine farkında olmadan içselleştirdiğimiz otosansür girdabı aslında bizi, zihnimizin içinde bile özgür değilken ne kadar özgür ürünler üretebiliriz sorusuna getiriyor. Kaç tane sanatçı, ben gerçekten ham olarak ne düşündüysem bu ürünümde -size göre iğrenç ya da değil, doğru ya da yanlış- düşüncelerimi yansıttım diyebilir? Dünya genelinde üreten sanatçı topluluğunun belki de oldukça az bir kesimi. Çünkü özellikle de sinema tarihine bakıldığında 1930’dan neredeyse 1970’lere kadar Hollywood’da oldukça sert sansürler uygulanmıştır. Fikir sahibi olabilmeniz için Hollywood’da uyulması gereken kurallara örnek olarak aynı sahnede evli olmayan bir kadın ve bir erkeğin yakınlıklarının kaç santim olması gerektiği kuralı muhafazakârlıklarına örnek gösterilebilir. Sadece toplumun kabul ettiği ahlak kurallarının geçerli olduğu ülkelerde düşüncelerini ailesine bile özgürce dile getiremeyen çocuklar, büyüdükleri zaman nasıl zihnindeki sansür celladını yok sayarak istediği ürünleri üretebilir?


O zaman, buradaki asıl vahşet otoritelerin uyguladığı ket vurma mı yoksa bireyin belki de kendini bildiğinden beri her hareketine uyguladığı bireysel ket vurma mı? Sansür cezası bir sanat eserinin başına gelebilecek en kötü şeylerden bir tanesidir, bunda hemfikiriz. Sanatçının uzun uğraşlar ve mesailer sonucu ürettiği bir projeyi “başkalarının hassasiyetleri” gibi oldukça muğlak bir başlık altında kesip biçmek istemek ya da direkt olarak varlığına uygulanan sansür oldukça vahşi bir harekettir. Bir eserin belirli kısımlarını ya da tamamını yok saymak özgür düşünce alanını, insanların farklılığını ve toplumun organik çeşitliliğini son derece bozmaktadır. Otorite sansürü bir noktaya kadar direnilebilecek ve ses çıkarılabilecek bir olayken, bu otoritenin altında yaşayan toplumun yetiştirdiği çocukların kafasına işlenilen “bunu deme, böyle konuşma, böyle yaşama” sözleriyle uygulanan sistematik şiddetin sonucunda her bir gencin zihninde beliriveren otosansür uygulama isteği hepsinden daha vahşidir.


87 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


bottom of page