Şiirsel Gerçekçilik akımından bahsetmek için II. Dünya Savaşı öncesi 1934-1940 yıllarına gitmemiz gerekiyor. Savaş öncesinde toplumun iliklerinde hissettiği tedirgin edici kötümser hava insanların içsel huzursuzluklarına da yansımıştır. Şiirsel Gerçekçilik, toplumun bu kendini çözümleyemediği zamanın perdeye yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Akım, feleğin çemberinden geçip sillesini yemiş karakterlerin küçük bir umut ışığı karşısındaki hayal kırıklıklarına ve aldıkları aksiyonlarla ilgilenirken nostalji ve tatlı-sert hissiyatını baskın bir şekilde kullanmayı amaçlıyor. Bu ruhani huzursuzluk ve çalkalanmanın sinemadaki sureti tam da savaş öncesi dönemi yansıtmaktadır. Akımın önde gelen yönetmenleri, akıma ismini veren “gerçek” atmosferini, çekim tekniklerini naif ve şiirsel bir üslupla kullanarak izleyiciye yeni bir seyir zevki sunmayı amaçlamışlardır.
Bu yazıda akımın en sevilen filmlerinden biri olan Jean Vigo’nun L’atalante filminden bahsedeceğiz. Film, mutluluğa yelken açmak için yeni evlenmiş bir çiftin, Kaptan Jean ve Juliette, kiliseden çıkıp, kaptanı dışında iki kişilik mürettebatıyla yol alan L’atalante gemisine doğru uzunca yürümeleriyle başlar. Juliette doğup büyüdüğü kasabayı, bir gemi kaptanı olan Jean ile evlenerek yeni yerlere ve hayallere yelken açmak üzere terk etmektedir. Artık genç kadın küçük ve nispeten geleneksel toplumunu terk etmek istemiştir. Filmin ve tabii ki Şiirsel Gerçekçilik akımının en önemli kavramlarından biri, modern toplumun yükselişe geçmesi konusudur. Juliette’in gemi içerisindeki “normal” evli kadın tutumundan farklı olması ve Paris’in ışıkları ve renkli hayatını merak etmesi modernite kavramını sorgulamamıza sebep olurken moderniteyi Juliette’in bakış açısıyla uyumlanmamıza da neden olmaktadır. Evliliklerinin ilk günlerinde oldukça mutlulardır. Çamaşır toplarken, yıkarken ve yataklarına yavrulamış kediyi kovalarken keyifli vakit geçirirler,çünkü aşkın sarhoş ediciliği hâlâ ikisini de etkisi altında tutmaktadır. Fakat sonraları Juliette kocasının sürekli meşgul olmasından rahatsızlık duymaya başlar. Jean, karısının ışıklı şehirlere olan ilgisini ve merakını anlayamaz. Mürettebattan Pere Jules ile olan arkadaşlığını da kıskanır. Bu noktada modernite ve gelenekselliğin çatışmasını net şekilde gözlemleyebiliyoruz. Jean kıskanç ve geleneksel toplumun yansıması, Juliette dünyayı keşfetmeye çalışan genç bir kadındır. Juliette’in Paris’te bir gece dışarı çıktıklarında gördüğü her şeye ve herkese karşı heyecanlanıyor oluşu, Jean ile evliliğinin sebebinin, o küçük kasabadan çıkıp gemiyle bile olsa farklı yerleri görme isteğinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını düşündürüyor bizlere. İçsel bir arayış ve mutsuzluk içinde olan genç kadının modern ve endüstrileşmeye başlayan şehir karşısındaki tutumu, kendi isteklerinin gün yüzüne çıkıp şekillenmesiyle paralel seyretmektedir.
Şiirsel Gerçekçilik akımının önemli noktalarından biri de ölüm kavramının tüm olayların sonunda ortaya çıkmasıdır. L’atalante filminde Vigo ölüm kavramını, kaptanın zihnindeki ideal eş kavramını ölüme terk etmesiyle kullanmayı tercih etmiştir. Jean, karısının onu gecenin bir yarısı bırakıp şehre gitmesini kabullenemez ve gemiyle limanı terk eder. Artık onun gözünde Juliette’in o masum ve mükemmel imajı kırılmış hatta karısı onun için ölmüştür. Kaptanın verdiği karar karşısında yıkılmasını izlerken diğer yandan Juliette’in o ideal modern kentin yozlaşmış yanlarını keşfetmesini izleriz. Şiirsel Gerçekçilik, toplumun daha bireysel sıkıntılarına eğilmeyi amaçlarken Vigo, aslında bozuk olan her bir bireyin oluşturduğu yeni toplumun nasıl gözüktüğünü anlatmak istemiştir. Şehirleşmeyle beraber iş gücü ihtiyacı artarken, şehre göçen insan sayısından kaynaklanan bir işsizlik sorunu da meydana gelmektedir. Bu noktada, L’atalante’da suç oranlarının ve özellikle de kadınların sokakta gözle ve sözle maruz kaldıkları tacizin sebeplerinin aslında modern şehirleşme olduğu gösterilmek istenmiştir de denilebilir.
Kadını terk etmesinden sonra kaptanın derbeder olması aslında onun içindeki inatçı, kıskanç ve karısını anlamayan tarafının öldüğünün bir göstergesidir. Jean’ın L’atalante’da ölü gibi durduğu sahnelerde, karısının yüzünü tekrar görmek ve onu hatırlamak için ilk önce küçük bir kova suya kafasını daldırdıktan sonra kendini denize atması aslında Şiirsel Gerçekçilik akımının “şiirsel” kısmını film içinde en net açıklayan sahnedir. Jean Vigo, çiftin birbirlerine yarattıkları bu yıkımdan arta kalanın yine özlem olduğunu, bu özlemi Juliette ve Jean’ın kendilerine dokundukları sahneyle göstermek istemiştir. Özlem, aşk, kıskançlık ve birey olma konularını modernite ve şehirleşmenin yükseldiği yıllarda bir arayış olarak seyircilerle buluşturan Vigo; tüm bu konuların yanında geriye sisli bir Paris limanı, oldukça fazla yavru kedi, kahkaha ve birbirinden alakasız hediyelik eşyalarla Şiirsel Gerçekçilik akımına damgasını vurmuş sıcacık bir film bırakmıştır.
Yorumlar