Vizyona giren filmlerin takibini yapma ve kendine özel listeler oluşturma imkanı ile son yıllarda ün kazanan Letterboxd, film severlerin favori uygulaması olarak yerini koruyor. Martin Scorsese, Sean Baker, Mike Flanagan ve Ayo Edebiri gibi sevilen isimlerin de Letterboxd profillerinin olması ile uygulama son dönemlerde popülerliğinin zirvesini yaşıyor. Kolay kullanım, inside joke ve easter egg detayları, ve insanın aslında ihtiyaç duyacağını düşünmese de tüketim kültürünün beraberinde gelen dikkat dağınıklığı ve hafızanın zayıflamasına rağmen sinemadan kopamayan modern insanın büyük bir ihtiyacını karşılıyor oluşu ile de Letterboxd kolay kolay zirveden inmeyecek gibi gözüküyor.
“Top 4 film” kısmı ise, ilgi çekiciliği ve profilleri otantikleştirmesi ile belki de uygulamanın en yıldız özelliklerinden biri olarak gözüküyor. Bu yazıda da, Görüntü Blog ekibinden 10 yazarının top 4 filmlerini öğrenecek, favori filmleriyle ilgili anılarını okuyacak, neden bu filmleri profillerinin en tepesine dizdiklerini anlayacaksınız. Hazırsanız, Görüntü Blog yazarlarının Letterboxd top 4 filmlerinin neden seçtiklerini kendi kalemlerinden okuyun!
Işılay Kolik’in favorileri
Letterboxd gerçekten en sevdiğim uygulamalardan birisi top4 film kısmına da bayılıyorum. Yılda bir iki kez değiştirip oynadığım bu 4 film kutucuğunda uzun zamandır değişmeyen bi grup var artık! Kendi aralarında bir sıralama yok, o yüzden baştan başlayarak anlatacağım.
İlk olarak Paul Thomas Anderson imzalı Boogie Nights (1997) var. Hayatımın çok farklı ve pek de iyi olmayan bir döneminde ilk kez izlediğim Boogie Nights, kendine has karmaşası ve ucubeliğiyle bana inanılmaz iyi gelen bir film. Arada bir açıp izlediğim, her izlediğimde de beni çok eğlendiren ve derinlerde bir yere dokunan bir film.
İkinci film ise Paterson (2016). Hayatımda izlediğim en muhteşem aşk filmi Paterson. Sessiz sakin bir hayat rutini benimseyip, kendini sağlıkla ve aşkla yaşamaya adamının bir zanaat olduğunu anlatan Paterson, letterboxd profilimin baş köşesinde duruyor.
Diğer favori filmim ise 2021 yapımı tick, tick.... BOOM! Çıktığında birçok negatif eleştiri almış da olsa bana verdiği sıcaklık ve konforu hiçbir seye vazgeçeceğimi sanmıyorum. Yaratıcı işler yaparak para kazanmak gibi bir odağı olan Jonathan Larson'ın gerçek hayat hikayesini izlediğimiz bu film, izlediğim en tatlı ve dokunaklı müzikallerden biri.
Top4 filmlerimden sonuncusu ise Dog Day Afternoon. Elim kalbimde müthiş bir heyecanla izlediğim bu filmin senaryosundan çekimlerine, oyunculuklarından gerçek hikayesine kadar her detayına hastayım diyebilirim. İzlediğimde "ben bunu şu ana kadar nasıl izlemedim!" desem de günün sonunda her film için dediğim şeyi, Dog Day Afternoon için de dedim: aslında tam da zamanında izlemişim.
Yazarımız Işılay’ın zevki hoşunuza gittiyse, onun kaleminden Bodies Bodies Bodies: #MeToo Ardından Slasher Filmlerin Konumu blog yazısını da okuyun!
Asya Küçükbasmacı’nın Favorileri
En sevdiğim film her sorulduğunda aklım karman çorman olur, o güne kadar izlediğim, sevdiğim, hayran kaldığım her şey birbirine karışır ve asla cevap veremem. Letterboxd favori dörtlüm ise her zaman beşincinin hatrı kalır şekilde seçtiğim filmlerden oluşuyor. Hiçbir film darılmasın gücenmesin diye bu dörtlüyü sık sık değiştirsem, bazen bu favori dörtlü olayı çok gergin diye orayı uyduruk komedilerle doldursam ya da anlık yükselmelerle son izlediğim filmleri düşünmeden ekleyiversem de son zamanlarda hiç dokunmadan aynı dört filmi sergiliyorum profilimin girişinde. Bunların ilki, film bittiği anda başa sarıp tekrar izlediğim, zaman zaman da aklıma dolaştıkça açıp izlediğim Nostalghia(Tarkovsky 1983). Bir diğer film Agnès Varda’dan; favori dörtlülerde bir Cléo kadar, Vagabond kadar yer almasa da şahsen hayran olduğum Les Créatures(1966). Bu filmi profilimde tutma sebebim ise açıkçası belki daha fazla insan görür ve izler diye, çoğu kişinin bihaber olduğu bu yapımın dahiyane olduğunu düşünüyorum. Üçüncü film Underground(Kusturica, 1995) tek başına çok önemli bir görev üstleniyor ki bu bütün Kusturica filmlerini çok sevdiğimi ve sinemadaki başıboş kaostan çok hoşlandığımı temsil etmektir. Bunun haricinde kendisi de her şeyiyle çok sevdiğim, hem defalarca izlediğim hem de izlemeye dahi kıyamadığım muhteşem ve muhterem bir film. Dördüncü ve son film ise çok yenilerde en sevdiğim filmlere dahil olmuş, hatta izler izlemez beynimden vurulmuşa döndüğüm, böyle bir şey yaratmak nasıl mümkün diye hayret ve heyecan içinde kaldığım Lazzaro felice(Alice Rohrwacher, 2018) Diğer üçünün yanında oldukça yeni kalan bu film ise, biraz da güncel sinemanın da hala söyleyecek çok şeyi olduğuna dair umutlarımı temsilen orada. Son günlerde favori dörtlümde bu filmler, birbirinden güzel posterleriyle duruyor ama siz profilimi ziyaret ettiğinizde bambaşka şeyler görürseniz şaşırmayın.
Yazarımız Asya’nın zevki hoşunuza gittiyse, onun kaleminden Clara Sola: Her Kadının Görmüş Olduğu Bir Rüya blog yazısını da okuyun!
Uygar Ceylan’ın Favorileri
Letterbox hesabıma bakan biri, favorilerimde 3 tane bilim kurgu filmi görünce en sevdiğim türün bilim kurgu olduğunu kolayca anlar. 2001: A Space Odyssey, bu türü lazer tabancalı delikanlıların metal tangalı kızları kurtardığı tür olmaktan çıkarıp bir daha asla bu şekilde küçümsenememesini sağlayan film olduğu ve Stanley Kubrick en sevdiğim yönetmen olduğu için filmi favorilerime koymam kaçınılmazdı. Bu filmi hakkıyla övmek oldukça zor, hele de birkaç cümleyle, ama deneyeceğim. Filmin başından sonuna kadar belli değişimler yaşayan karakterlerin tekil şahıslar olmadığı tek film muhtemelen bu. Karakterler insan türü, yapay zeka ve gizemli bir uzaylı türü. Filmin görsel efektleri döneminin çok ötesinde hatta zamansız, yarın vizyona girse kimse eski bulmazdı. Filmde soundtrack yerine Richard Strauss, György Ligeti gibi bestecilerin klasik müzikleri kullanılıyor. Normalde klasik müzik kullanımı çok göze batacak bir şey ancak 2001 bunun sırıtmayacağı kadar görkemli bir film.
Favorilerimdeki ikinci film Ghost in the Shell, bilim kurguyu neden sevdiğimi hatırlatan bir modern klasik. Ana karakteri uzunluğunu bilmediğimiz bir süredir ve bilmediğimiz bir nedenden dolayı mekanik bir bedende yaşayan bir polis ancak mekanik bedeninden de hayatından da tam olarak memnun değil. Puppet Master adında gizemli bir hacker'ı ararken şahit olduğu birtakım olaylar, kendisiyle ilgili sorgulamalarını artırır. Filmi bu kadar sevme sebebim; insanı insan yapan nedir, ne kadar modifikasyon bizi insan olmaktan çıkarır, yapay zeka bir "birey" midir gibi önemli soruları çok iyi bir şekilde irdelemesi. Favorilerimde en az bir tane Türk filmi olmasını istiyordum ve en sevdiğim Türk filmi Muhsin Bey'i ekledim. Muhsin Bey Türkiye'nin sosyolojisini en iyi anlatan filmlerden biri, hatta belki de en iyi anlatanı. Filmi hem Muhsin Bey'in (tutucu bir eski İstanbul beyefendisi) hem de Ali Nazik'in (yüksek beklentilerle Anadolu'dan İstanbul'a göç etmiş bir adam) hayattan ne istediklerini ve istediklerini onlara vermeyen hayata nasıl tutunmaya çalıştıklarını net bir şekilde anlattığı için seviyorum.
Favorilerimdeki son film Her, yine bir bilim kurgu filmi fakat teknolojinin bizi nereye götüreceğinden çok kendi ilişkilerimizi nereye götüreceğimizle ilgili bir bilim kurgu filmi. Yalnız bir yazarla bir işletim sisteminin yaşadığı aşkı anlatıyor. Filmi pandemide izlemiştim, çok yakın arkadaşlarımızla bile kurduğumuz iletişim filmdeki adamla işletim sisteminin kurduğu iletişimden farksız bir hâl almıştı. Bu dönemde insan iletişimi üzerine hâlihazırda olan sorgulamalarım artmıştı, aynı sorgulamaları Her'de görmek bana iyi gelmişti. Bu yüzden Her'ün bende kişisel bir yeri var. Bazen başka filmleri Her'ün yerine favorilerime koymayı düşündüğüm oluyor ama asla elim gitmiyor.
Kerem Mazman’ın Favorileri
Benim favori listem en çok sevdiğim 4 filmden oluşmuyor aslında. Farklı yönleri sebebiyle en sevdiklerim arasında sayabileceğim çok sayıda film var. Bu yüzden arada listemi değiştiriyorum. Şu an listedekilerin çoğu benim karşıma erken çıkan ve sinemaya duyduğum ilgiyi şekillendiren filmler. Listenin ilk filmi Shrek 2(2004). Herkesin çocukken defalarca izlemekten bıkmadığı filmler vardır. Bunların bazıları çocukluktaki güzel anılar olarak hatırlanır, bazıları ise sizinle birlikte büyür. Shrek 2 benimle birlikte büyüdü işte. Hem Türkçesi hem de İngilizcesi çok iyi olan seslendirmeleriyle, yerinde kullanılmış şarkılarıyla, her seferinde güldürmeyi başaran şakalarıyla, komedi filmi olmasına rağmen ciddi anları sulandırmamayı başarmasıyla, ilk filmin Disney'e yaptığı eleştiriyi derinleştirip bütün Hollywood'a yöneltmesiyle tam bir başyapıt. İkinci tercihim sekizinci sınıfta izleyip çok sevdiğim Monty Python filmlerinden biri, Life of Brian(1979). Bu film de benimle birlikte büyüyüp gelişti. İngilizcem geliştikçe ve dinler tarihi öğrendikçe ilk izlediğimde anlamadığım şakalara gülmeye başladım, bu süreçte filmi daha da çok sevdim. Hala her şakayı anlayabildiğimi düşünmüyorum, yani filmin benimle birlikte gelişmeye devam edeceğine inanıyorum. Pandemi döneminde sinemaya ilgi duymaya başlamıştım ve sık sık film izliyordum. Bunları da genelde IMDB top 250 listesinden bakarak seçiyordum. İşte bu dönemde IMDB listesinden görüp izlediğim bir film benim Hollywood'un dışındaki sinemaya merak salmamı sağladı. Akira Kurosawa'nın Seven Samurai'ı(1954) izlediğim ilk Hollywood dışı film değildi belki ama öncekilerin aksine benzer başka filmleri keşfetmeme vesile oldu. Önce diğer Kurosawa filmlerini izlemeye sonra da benzer yönetmenleri keşfetmeye başladım. Bende yarattığı etkinin dışında da çok sevdiğim bir film Seven Samurai; oyunculukları, senaryosu ve samuray onuru kavramına yaptığı eleştiriler çok etkileyici. Buraya kadar sinemayı keşfetme yolculuğumdaki önemli kilometre taşlarından bahsettim, son seçtiğim filmi ise sadece çok sevdiğim için seçtim. Listemin dördüncü ve son filmi 10. yüzyıldan kalma bir Japon hikayesi olan "Bambu Kesicisinin Hikayesi"ni hikayenin yazıldığı dönemin Japonya'sında kullanılan çizim tarzlarıyla anlatan anime filmi The Tale of Princess Kaguya(2013). Film, adından da anlaşılacağı üzere, kaynak materyalin aksine Bambu Kesicisi'ni değil Prenses Kaguya'yı ana karakter olarak konumlandırıyor ve hikayeyi feminist bir bakış açısıyla yeniden yorumluyor. Yönetmen Isao Takahata'nın detaylara gösterdiği özen, Kaguya'nın ruh haline göre değişen animasyon stili ve vurucu finali bu filmi Takahata'nın başyapıtı ve kariyerine harika bir final haline getiriyor.
Emre Turan’ın Favorileri
Bu yazıyı yazmaya karar verip top4'üme baktığımda şu an olandan daha farklı bi liste vardı karşımda. Listedekiler sevdiğim filmler olmasına rağmen üzerine bir şeyler diyebileceğim şeyler değildi hepsi. Yenilediğim liste daha beni anlatan ve ben hissettiren filmler oldu. İlk sırada Scream (1996) var ve Wes Craven'ın slasher subgenre'sını değiştiren bu meta korku komedisinin tahtını yıkmak çok zor benim için. Hayatı bir film olarak görmeye çalışınca bu meta içerik en sevdiğim genre ile birleşince çok da rakibi kalmıyor. İkinci sırada bana hayatın değerini, ölüm ve yaşam, hatırlamak ve unutmak konseptlerini bu kadar iyi anlatabilmeyi başarmış It's Such a Beautiful Day (2012) var. Beni her izlediğimde ağlatan bu film ölmeden önce izlemek istediğim son film olarak listede yerini aldı. Üçüncü sırada The Texas Chainsaw Massacre (1974) var. Korku sevdamın temellerinden olan bu film kime güvenebiliriz ve daha ne kadar rahatsız edici olabilir sorularını sordurtmayı başarıyor. Belki çok klişe olacaktır ama listedeki son film Before Sunrise (1995). Her ne kadar serinin ikinci filmini hayatımın bazı zamanlarında daha iyi bulsam da bu filmin bana hissettirdikleri çok ayrı noktada. Hayatın içinde bir günlüğüne gerçeklikten kaçıp bir peri masalı yaşama hissiyatı her izlediğimde beni büyülemeyi başarıyor.
Damla Durlu’nun Favorileri
Letterboxd kullanmaya başladığımdan beri Top 4’üm aynı. Erkek karakterlerin baskın olduğu veya şiddetin yeniden üretildiği filmleri sevmiyorum. Bu 4 filmin de ortak özelliği kadın ve queer anlatılara yer vermesi. Bu filmleri gerçekten çok seviyorum, hepsi hayatımın farklı dönemlerinde farklı şekillerde beni etkiledi. İlk filmimiz Lütfi Ömer Akad’tan Vesikalı Yarim. Sabiha ile Halil’in başlarken bitmeye mahkum olan hikayesi. Klasik Yeşilçam aşk hikayelerinden en büyük farkı Sabiha’nın ne ve kim olduğu ayan beyan ortadayken Halil’in kendiyle ilgili şeyleri Sabiha’dan saklaması. İstanbul’un filmde tabiri caizse bir karakter olarak yer alması en çok sevdiğim özelliği diyebilirim bu filmin. Son sahnede Sabiha’nın kameraya doğru yürümesi de yürüdüğü yerden yepyeni bir hayatın başladığını hissettiriyor. İkinci filmimiz ise Where Do We Go Now?, yönetmeni Nadine Labaki. Ana teması Lübnan’daki savaş olsa da bunu herhangi bir çatışma sahnesine yer vermeden anlatıyor. Kadınların barış konusunda ısrarı ve ne olursa olsun neşelerinden vazgeçmemesi gerçekten harika. Filme savaşta bile kadınların dinmeyen neşesi ve şarkıları karşısında nasıl hissedeceğimi şaşırmıştım. Filmi izlerken zihnimde devamlı Fairuz’un Li Beirut şarkısı çalmıştı. Belki de 6 Şubat depreminden sonra izlememden kaynaklı giriş sahnesinde kadınların bahhur ve rihenlerle yürümesi depremden sonra aynı şekilde yürüyen Antakyalı kadınları anımsatmıştı. Sıradaki filmimiz ise All About My Mother. Bu filmi nedense uzun süre beklettim ve izlediğimde bundan çok pişman oldum. Kahkalar, renkler ve dayanışma bu filmi benim için tanımlayan üç kelime diyebilirim. Karakterlerin olaylar karşısında ya çok mutlu olmaları ya da dibi görmeleri ve asla ortada olmamaları beni çok iyi hissettiriyor. Ve son filmimiz canımız Varda’dan The Beaches of Agnes. Varda’yı ne kadar övsem az. Filmde hayat hikayesinden bahsederken mekanları geziyor ve anlıyoruz ki Varda’nın Varda olmasında yaşadığı yerler, olaylar, çevresindeki kişler ve onun tüm bunlarla kurduğu bağ çok önemli bir yere sahip. Bu hayatı gerçekten çok güzel yaşamış, canım Varda.
Yazarımız Damla’nın zevki hoşunuza gittiyse, onun kaleminden Kadınların Savaşı: Where Do We Go Now? blog yazısını da okuyun!
Kerem Yıldız’ın Favorileri
"En sevdiğim" diye andığım filmlerden bahsederken sanki izlediğim her filme, bilhassa o ünvanı hak eden diğer filmlere haksızlık ettiğim hissine kapılıyorum. Bu yüzden ne zaman Letterboxd'daki favori dörtlümü tekrar gözden geçirmeye teşebbüs bile etsem bu iş gözümde büyüyor ve geri adım atıyorum. İzlediğim ve daha izlenecek çok film var, nasıl eleyebilirim veya seçebilirim? Ama şu bir gerçek ki, gerek sinema alanında gerek diğer her konuda şu an bulunduğum konuma gelmemi sağlayan ve diğer her şeyden ayırdığım birkaç sinema eseri mevcut. Bu filmlerden ilki Stanley Kubrick'in son ve bence ustalık işi Eyes Wide Shut. Bilinmezliğin en derinliklerine doğru beni alıp götüren bu filme bir başyapıt demek benim için az kalıyor. Bu kadar sevmemin en büyük nedeni, senaryo ve kurgu gibi ana ögelerine ustalıkla işlenmiş detaylara dalıp ayrıntıdaki gizli "şeytan"ı fark edince bir filmin bendeki yerinin nasıl bir sıçrama yaptığını göstermiş olması. Kısacası benim sinemaya bakış açımı değiştiren yegâne film olduğunu söyleyebilirim. Goodfellas ise burada bahsi geçen diğer filmlerden farklı olarak "comfort movie" diyebileceğim klasmana -en azından benim için- daha yakın bir film. Her bir ikonik repliğini ezbere bildiğim, kendimi sürekli ondan bir alıntı yaparken bulduğum, bana sinemayı sevdiren adamların elinden çıkmış ve tam olarak benim için yapılmış diyebileceğim filmlerden biri. Öyle ki ilk izlediğimden beri her yıl tekrar izlemek ve bu rewatchlar arası geçen zamanda nelerin değiştiğini düşünmek benim için bir gelenek haline geldi. Sıradaki film ise her izlediğimde aklımı allak bullak etmesine rağmen o belirsizliğinin içinde kaybolmaktan büyük keyif aldığım Mulholland Drive. 2.5 saat boyunca algılarımla oynanması olarak tanımlayabileceğim bu film, bir şeyi sadece anlamak değil hissetmenin de bir o kadar etkili ve önemli olduğu gerçeğini yüzüme tokat gibi çarpmış ve uzun bir süre kendime gelemememe sebep olmuştu. Bütün bunlara, ilk duyduğum anda kafama kazınmış olan ve yıllardır oradan çıkmak bilmeyen "I've Told Every Little Star" şarkısı da eklenince Mulholland Drive'ın benim için yakın zamanda etkisini kaybedecek bir film olmadığı kesin. Ve bahsedeceğim son film, en sevdiğim film sorulduğunda ismini tereddütsüz söylediğim Apocalypse Now. Bazen bu film hakkında konuşmakta çok zorlanıyorum. Kafamda ona dair birçok şey var ve bana büyük anlam ifade ediyorlar ama kelimelere dökemiyorum. Yine de deneyeceğim. Bu film bana göre her şeye sahip. Büyüleyici bir görsellik, epik savaş sahneleri, inanılmaz bir karakter işlenişi, dopdolu bir alt metin ve daha nicesi. Apocalypse Now benim için bir sinema eserinin gelebileceği son nokta. Bir yönetmenin, filmi için neler yaşamayı göze alabileceğini gösteren ve bunun sonunda sanatçının esere kazandırdıklarının, kendisinde oluşan boşluğu doldurmaya yetip yetmeyeceğini sorgulatan bir tablo sergilemiştir Francis Ford Coppola. Acaba gerçekten de "sadece bir film" için değer miydi ve ben aynısını yapar mıydım diye sorgularken buluyorum kendimi. İzlediğim bir filmin objektif olarak iyi olması ve benim o filmi sevmem genelde ayrı iki şeydir. Ama bu farklı iki bakış açısıyla birer liste yapacak olsaydım Apocalypse Now'un yeri değişmezdi sanırım. Ayrıca Beyoğlu Sineması'nda izlediğim ilk film olmasıyla da ayrı bir yere sahiptir bende.
Göksu Gün Alioğlu’nun Favorileri
Bu listedekiler bana katarsis yaşattırıp hayatıma yön veren filmlerin sadece bir kısmıdır. Hepsini sıralamaya kalksam herhalde elliyi geçer. Şu top4’e bile hangilerini koyacağıma zor karar verdim. Gelecekte kesin değişecektirler. Ancak biri hariç: The Lion King. İzlediğim ilk animasyon film olmasa da bende sinefilliği ve her türlü dramatik epik hikayeye karşı sevgiyi başlatan eserdir. İlk defa daha anaokulundayken VCD’den izlemiştim. İlerleyen yıllarda defalarca hiç bıkmadan izlemeye devam etmiştim. Halen düşündükçe çok duygulanırım. İnsani durumların hayvanlar üzerinden anlatımı olan fabl türü de zaten beni hep büyüleyegelmiştir. Çünkü bu tür insanla hayvan arasındaki ince çizginin doğasındaki negatif ve pozitif yönleri harika bir döngü içinde ele alır. İnsana içinden çıktığı doğayı hatırlatır. Bu yüzden film içimde bir şeyleri hep kıpır kıpır eder. Shakespeare tarzında inanılmaz intikamların, imkansız aşkların ve epik karşılaşmaların olduğu aristokratik ve tarihsel dramalara olan düşkünlüğümü tetikleyen şey de yine bu filmdi. Animasyon kalitesinden müziklerine kadar tam bir başyapıt. James Earl Jones’un ruha işleyen Kral Mufasa sesi, Hans Zimmer’ın efsane parçaları, Timon ve Pumbaa ile Hakuna Matata havası, Türkçe versiyonunda Zuhal Olcay’ın söylediği ve ne zaman dinlesem tüylerimi diken diken eden The Circle of Life (Hayatın Çarkı) şarkısı…Simba’nın malum sahnede (izlememiş olanlara spoiler olmasın) döktüğü gözyaşlarının sıcaklığını ilk seyrettiğimde de hissetmiştim, şimdi de durum değişmedi. Daha da yazmaya devam edersem herhalde sayfalar tutacağından ikinci filme geçiyorum. Eyes Wide Shut. Kubrick, bu eserin en iyi ve sinemaya en fazla katkı sağlayacak filmi olacağını söylemiş. Çıktığı yıl ise izleyicilerin bir kısmı filmden nefret etmişler. Gerçekler acı gelir, değil mi? Kim ne derse desin bence bu film sadece sinemaya değil, hayatımızın her alanına kılavuz olabilecek bir yapıttır. İnce elenip sık dokunmuş kusursuz görüntü yönetmenliği ve kurgusuyla şahlanan “söyleme, göster” anlayışını kullanarak sinema diliyle dünyanın geçmişi, bugünü ve geleceği hakkındaki belli kritik meseleleri ortaya döküyor. Kendi ruhumuzdaki de dahil olmak üzere bizi saran her türlü gölgeye karşı uyarıyor. Bu film benim için bir akıl hocası ve estetik haz pınarıdır. Üçüncü sırada ise Arrival yer alıyor. İlk defa lisedeyken seyretmiştim. Beni Villeneuve sineması ile tanıştıran ve fikrimce 21. yüzyılın şu ana kadar yapılmış en harika bilimkurgu içeriği de barındıran filmidir. İçeriği de dememin sebebi bu filmin benim için sadece dümdüz bilimkurguya giremeyecek kadar geniş bir kapsama alanına sahip olmasıdır. Dilbilim, Stoacı felsefe, Nietzsche’nin bengi dönüşü ve amor fati’si, Jung psikolojisi ve global siyaset…Yüzyılımızda uzaylılarla temas temasını da en verimli ve yaratıcı bir biçimde kullanan filmdir. İzlemeden evvel Villeneuve sineması hakkında hiçbir şey bilmediğim için herhalde yine o melodramatik olmaya çalışan ve kendini büyük bilimkurgu filmi diye satmaya çalışan işlerden biridir önyargısına kapılmış olsam da çevremdekilerin önerilerine dayanamayıp izlemiştim. Filmin sonunda gözyaşlarımı tutamadığımı ve esere bağımlı olduğumu hatırlıyorum. İkinci izlediğimde ise daha başında aynı hallere düşmüştüm. Böylece Villeneuve de en sevdiğim yönetmenler listesinde yer alıvermişti. Filmin sade ama kısır olmayan mülayim, doğal ve içli anlatımı ruhumun derin bir nefes almasını sağlıyor. Bundan sonraki ise bir klasik olan Roman Holiday. Audrey Hepburn asil ve tatlı tabiatı ve zarif postürüyle benim eski ustalar içinde en sevdiğim oyunculardan biridir. Bu filmde de göz alıcı performasıyla tam bir kraliçe. Filmin kendisi ise hayaller ve gerçekler, arzular ve sorumluluklar ikilemleri hususunda bana derinden tesir eder. Hayatımda hiç Roma’ya gitmemiş olsam da ilk seyredişimde film beni o yılların Roma’sına ışınlamış gibi hissetmiştim.
Ayşe Sungur’un Favorileri
Letterboxd favori dörtlümü seçerken çok zorlanmıştım ama ilk iki film aklımda hep çok netti çünkü ikisi bittiğinde de çok büyülendiğimi ve üstüne uzunca düşündüğümü hatırlıyorum. Hatta bu yazıyı yazarken de onları ne kadar özlediğimi ve en kısa zamanda tekrar izlemem gerektiğini fark ettim. İlk filmim en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Wes Anderson’dan The Royal Tenenbaums. Bu filmi ablamla izlemiştim ve bu durum filmde işlenen kardeşlik hikayesini daha iyi özümsememe yol açmış olabilir. Filmin hikayesi, kendine has karakterleri, renkleri, çekimleri beni o kadar büyülemişti ki sanırım hayatımın sonuna kadar en sevdiğim film olmaya devam edecek. İkinci filmim Before üçlemesinin de ikinci filmi olan Before Sunset. Çoğunlukla ilk film herkesin favorisidir ama bu film beni daha çok etkilemişti. Sanırım izlediğim ilk gerçek zamanlı filmdi ve bunun beni çok şaşırttığını ve büyülediğini hatırlıyorum. Diyaloglarla dolu filmleri çok seviyorum ve Before Sunset benim için hepsinden önce geliyor. Üçüncü filmim olan Aşk, Mark ve Ölüm’ü çok sevdiğim arkadaşlarımla Sinebu’da izlemiştim. Sinemada sevdiğim insanlarla aynı duygularda bir filmi izlemek filmden bağımsız olarak da çok güzel bir his ama bu film bana birçok duyguyu kısa zamanda yaşatmasıyla bu listeye girmeyi hak etmişti. Dördüncü ve son filmim ise diğer filmlerin aksine daha gergin ve karanlık bir film: Magical Girl. Atmosferi, çekim tarzı, karakterleri ve hikayesi o kadar etkileyiciydi ki üstüne düşünmekten kendimi alamamıştım. İzlediğim en vurucu fimlerden biri olması ve aklımdan çıkmayan birkaç sahnesi favorilerime eklemem için yeterliydi.
Şevval Özbek’in Favorileri
Letterboxd favorilerimde düzenli olarak değişiklik yaptığımı söyleyemem ama bu nedenden kaynaklı favorilerimin güncelliğini kaybettiğini pek düşünmüyorum. Zaman içerisinde 1 2 oynama yaptım ve büyük çaplı bir değişiklik yapmamamın sebebinin favorilerime alacak kadar o filme bayılmamam olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar kabul etmesem de favorilerimdeki filmler arasında belli belirsiz bir sıralama bulunmakta. İlk olarak tüm zorluklara ve engellere rağmen ayakta kalma ve direnme çabasında olan otuzlarındaki bir kadının hikayesini anlatan Microhabitat bulunmakta. Bu film yirmili yaş krizlerini Türkiye’de geçiren bana ayna tuttu belirli noktalarda ve bu açıdan birçok kişinin kendi hikayesinden parçalar bulabileceğine inanıyorum. Tüm bu zorluklara rağmen hayattan keyif aldığı şeylerden kopmamaya çalışan Miso’nun zamanla yakınlarıyla kopmuş bağlarını izliyoruz. Kitap okurken çok dediğim ancak film izlerken o kadar sıklıkla diyemediğim ‘kadın aynı ben’ lafı bu film sırasında zihnimde sıklıkla yer edindi. Sonraki filmim muhtemelen maddi kaygılar içerisinde olmasam yapmak istediğim meslek olan müzisyenlikten kaynaklı seçilmiş bir film ancak benim bu hikayem Inside Llewyn Davis’in harika olduğu gerçeğini değiştirmiyor benim açımdan. Benim mücadelem olmasını aynı anda umduğum ve ummadığım bir filmdi. Döneminin, coğrafyasının, müzik sektörünün ve dinleyicilerinin çok ötesinde eserler yapan Llewyn Davis’in tüm maddi ve sosyal kaygılarının arasında tutkulu olduğu konuda mücadelesini ele alıyor film temelde. Filme ister müzik sektörü olarak bakın ister bambaşka bir açıdan herkesi biraz biraz mahveden bir tarzı var. Favorilerimde bulunan bir diğer film -daha çok belgesel- Agnès Varda’dan Salut les Cubains. Agnès Varda’nın Küba ziyaretinde çektiği binlerce kareden yalnızca 1500 kadarını içerisinde bulunduran ve siyah beyaz fotoğraflardan oluşmasına karşın fazlasıyla renkli ve aynı zamanda hareketli olan bir belgeseldir. Her saniyesi bir öncekinden keyifli ve güzel olan bu belgeseli izlediğim için kendimi gerçekten şanslı hissediyorum. Aşık olduğu Amerikan askeri ile evlenebilmek için cinsiyet değiştirme operasyonu geçiren ama sonrasında işler umduğu gibi gitmeyen bir rock şarkıcının hikayesini anlatan Hedwig and The Angry Inch benim favorilerimde yer alan son film olmakta. Müzikal türünde olmasından kaynaklı herkese öneremesem de filmin şarkılarından olan Origin Of Love’ı dinlemeye herkesi davet ediyorum.
Comments