top of page
Ayliz Onaylı

BEN UÇTUM SEN KALDIN YA DA KALANA ŞARKI BIRAKMAK



‘’Yaşamımdan bir şeyler kesildi, kırıldı.’’


Yaşamın içinden, yoklukta sonuçlansa bile ve bu yokluk karmaşalardan gelip karmaşalar yaratsa bile, varlığı çok berrak şeyler var. Savaşın içinde gidenlerden sonra kalanlar gibi. Kürdistan’da biri ‘gittiğinde’, her bir parçası çok belirgin bir karmaşadan sebep gitmiş olur. Gidenleri ‘görürüz’, karşıdakileri de. Ama düşünecek gibi olurken bile kelimelerin düğümlendiği yer, kalanların dünyası.

Giden Mizgin’in babası. Kalanlar Mizgin, nenesi, dedesi, köyü, insanları. Birkaç aylıkken gittiği için Mizgin hatırlamıyor. O 3 yaşındayken giden annesini ve erkek kardeşini de hatırlamıyor. Sırayla Mardin’e köye, Cizre’ye ve mülteci yerleşkesinin bulunduğu Mahmur’a gidiyor. Babasını ve mezarını arıyor. Yolculuğunun ve belgeselinin sonunu, ‘’dram bitti’’ diye tarifliyor. Tüm bunlar aslolanın ‘’dram’’ın kendisi olmadığını da söylüyor belki.


Gidenleri görüyorlar, karşıdakileri de. Kalanları kalanlardan başka kimse kolay kolay görmüyor. Kalanlar yaşıyorlar, kendi içlerinde ‘var’lar, yas tutuyorlar, baş ediyor veya edemiyorlar ama konuşmak zor. Düşünmek sağdan soldan aşağıdan yukarıdan baskılanırken, ve bununla beraber gidenle meydana gelen yokluk durumu kendi açmazlarını her saniyede, her duyuda, her eylemde yeniden yaratırken; konuşmak gerçekten çok zor. Ama şunu biliyoruz ki, gerçekler. Hem de daha romantik, daha göz ardı edilebilir, daha ‘normal’ gerçekler değil; gidenlerin, saldıranların, savaşanların gerçek olduğu kadar ve onlardan ayrılmaksızın gerçekler. Yaşama, kurulan, bozulan her şeye etkileri var. O yüzden her ne kadar zor da olsa, yüzümüzü buraya dönebilmek çok hayattan ve hayati.


Her bir karşılaşma ve konuşma bir kez yaşanıp bir kez belgeleniyor filmde. Otun sapını bir kez kopartıyor ama kökünün ne kadar sağlam olduğunu da anlıyoruz. Ahmet’in (Mizgin’in babası) babasının kızgınlığını ve kendine anlattığı hikayesini, annesinin onu hatıralarla var ettiğini, kız kardeşinin Ahmet’ten olana nasıl dokunduğunu görüyoruz.


Kürt evlerinde duvarda birinin fotoğrafı asılı olduğunda siyasal ya da değil, iri ya da ufak muhakkak bir hikayesi vardır. Duvardaki vesikalığın çoğu zaman bir varlık belgeleme aracı olduğuna şahit oluruz. Ahmet’in babası Ahmet’in duvarda asılı fotoğrafının üstünü örtüyor, ona bakmıyor ama varlığını hep biliyor.


‘’Burada kalsaydı, herkes gibi olurdu. Yine Kürt olsaydı ama gitmeseydi.’’


Babası Ahmet’e herkesleşemediği için kızıyor, hal böyleyken kendisiyle de bir başkasıyla da konuşması tüm bunları dışavuran bir yerden olduğu kadar kapatan bir yerden de tutuyor. Annesiyse, Mizgin’e masallardan, öykülerden, ninnilerden bahsediyor. Böylece hem Mizgin’le hem Ahmet’le hem de yaşanmışlıkla buradan bir bağ kuruyor. Bir gün masalların bittiğini, kendilerinin masal olduğunu söylüyor ama bitse de masallar bir defa anlatılmış oldukları için yok olmuyor. Kalanları da böyle bir yerden yakalayabiliyoruz, bir defa kaldıkları için ve bunu ne kadar somut olduğu fark etmeksizin ifade ettikleri sürece.


Küçük bir ara olarak; Mizgin köye nenesi ve dedesinin yanına ilk gittiğinde kamera dedesini gösterirken arkada açık olan televizyonun sesini duyuyoruz. Dedesine ve tüm kalanların gerçekliğine kör ve sağır olanlar fetvalar veriyorlar. Kamera televizyonu gösterdiğinde de, evin içinde yer alan bu aygıtın eğretiliğini daha fazla fark ediyoruz. ‘Biz’den olamayanın bizimle olmasının ne kadar eğri büğrü olduğunu görüyoruz ama, daha önemlisi, onların varlığının tüm etkilerine rağmen bizim varlığımızdan bir şey eksiltememesiyle, onların eylemlerini tanıdığımızı, kim olduklarını bildiğimizi ilan edebiliyoruz. Sınırları çizedursunlar, burada ve ‘herkeste’ yerle yeksan edemedikleri bir nefes alıp verme hali var.


Mizgin misal, ‘ne olduğunun belirsizliğiyle nasıl yaşayacağını’ arıyor, nenesi ona küçükken diğer çocukların onun üstüne geldiklerini, onlara nasıl kızdığını, Mizgin’e nasıl annelik ettiğini anlatıyor. Yaşamın, sıradanlığının, normalliğinin ne şekilde içinde olduklarından bahsediyor.





‘’Düşeceksin, kırılacaksın, eziyet çekeceksin biliyorum. Yaşam budur, emek budur.’’


Ahmet, kalan arkadaşına böyle söylüyor. Onu da yaşamı da emeği de kendisinden ayrıştırmıyor. Birileri yine kızar buna ama her şey bizi ‘yaşam’ın ve yaşatmanın üzerine düşünmeye itiyor.


‘’Öbür tarafa uzansın.’’


Ahmet’in gidişinden sonra kız kardeşi hep yatakta bir tarafa dönük yatıyor. Bu yüzden kemikleri incelmeye başlıyor. Doktora gittiklerinde, doktor onlara ‘’Öbür tarafa uzansın.’’ diyor. Bir doktorun, bir kalana sunabildiği çözüm önerisi bu. Zaten bir tarafı erimekte olana, diğer tarafı da eritmesini söylüyor. Anlık olarak önerilen, bir yok oluş hali. Ne kadar öznel ve özgül de olsa, yaşamsızlık karşımıza bir ‘çare’ olarak çıkıyor. Her bir parçası belirgin karmaşa bu. Yaşamdan gelen ve yaşam üzerine var olanın sonunda birilerinin çıkıp yaşamsızlık önermesi.


‘’Ne öğrenmek istiyorsun? Yaşamını mı? Devrimciliğini mi? Neyini anlamak istiyorsun?’’


Mizgin İstanbul’dan Mahmur’a babasını arıyor. Karşılaşmalarında onu soruyor. İnsanlar, kendilerinden olan hakkında ne düşünüyor? Aksini halihazırda biliyoruz ama hakikate ulaşabilmek adına, aslında bir mezara ulaşabilmek adına, Mizgin bunu soruyor. Derken, babasının arkadaşı ona ne bilmek istediğini soruyor. Bir insanı nasıl tanımlayacaklar şimdi? Nereden başlayacaklarını bilemiyorlar. Gidenin gittiği yerde ne yaptığını, yani onu artık bilmemek, tanımamak ama gidişinin ve oluşunun yarattıkları bakımından en çok onu tanımak. Mizgin, babasını birçok çatışmanın ortasında arıyor. Dedesinin ve annesinin onun hakkında düşündüklerinin çatışması, onu bilmemesi ama onun hisler yaratmasının çatışması ve zaten süren yaşam-ölüm/ varlık-yokluk çatışması.





‘’Hem Allah’ın hem devletin gazabına uğradık. ...Bilmiyorum kimden hesap soracağız.’’


Mizgin’in annesi hem bir giden hem bir kalan; Mizgin birkaç yaşındayken erkek kardeşi Bawer’i de alıp sınırın öteki tarafına geçiyor, Mizgin Mardin’de kalıyor. Mizgin’e babasını anlatırken Şikestun kavgasından sonraki işkencenin ardından onu bıraktıklarında artık burada onun için yaşam olmadığından bahsediyor. ‘’Büyüklerimiz derdi, öyle bir zaman gelecek ki anne babalar çocuklarını bırakıp gidecekler. Gerçekten yaşadık, öyle mecbur kaldık.’’ Annesi, başka bir kalana hem kaldığı yerden gidene bakışını, hem de bir gitme halini anlatıyor. Aslında maruz kaldığı ve yan yana durduğu herkesi tanıyor olsa da, bu iç içe geçmişlik halinin bir yansıması olarak, kimden hesap soracaklarını bilmediğini söylüyor.


‘’Annemi çok özledim.’’


Tüm bunların arasında babasının 90’da Suriye’den gönderdiği bir kaset Mizgin’in elinden tutuyor. Ahmet onları unutmadığını, yaşam ve ölüm üzerine düşünmenin hep lazım olduğunu söylüyor. Kasette de tanıklıklardan dinlediklerimizde de görüyoruz ki, Ahmet ‘’ülke’’ olma halini insanla var ediyor ve insanın emek olduğunu ifade ediyor. Ülkeyi, yaşamla bezenmiş haliyle tarif ediyor. Kalanlara da gidenlere de böyle sesleniyor. ‘’Devrimci ülkesine bağlı olduğu için ülkesi onun annesidir. Annesi de onunla bağlantılıdır. Annemi çok özledim.’’


Kalan olma hali, her ne kadar hep bu şekilde tezahür etmese de, Ahmet’e kızmakla ya da anlayışlı olmakla, eylemlerini haklı ya da haksız bulmakla ilgili değil. Gerçekten de olduğu haliyle onun yaşamın içine yerleşmiş olmasıyla ilgili. Belki de bu yüzden kalanlara kasetler, mektuplar yollanıyor. En gerçek haliyle orada olduğunu söylemek için.


‘’Sesim şarkı olarak sonsuza dek yanında kalsın diye, anneme.’’


Gizlemenin şiddeti, biri konuşmadığında onun yerine başkası konuşunca alevleniyor. Kelimeleri arka arkaya dizmek, cümleler sıralamak değil konuşmak her zaman. Bazen Ahmet’in kasetinin sonunda dediği gibi ‘’Sesim sonsuza dek şarkı olarak yanında kalsın diye’’ şarkı söylemek. Bazen öyküler anlatmak, ninniler söylemek. Belki bu karmaşa halinde yaşamı nasıl var etmeye devam edeceğine bakmak. Ya da bu bakışı kameraya almak, belgelemek.


Bugün bütünlüğün ve gerçekliğin eşit bir parçasını oluşturan kalanların hikayesini belgelemek de, bunu bir film olarak yayınlamak da, bir sinema dergisinde bundan söz edilir hale gelmesi de, tüm bunları kimin gördüğünden bağımsız olarak yalnızca yapılmış olması sebebiyle, başlı başına hem gerçekliğimiz için hem sinema için bir anlam ifade ediyor.


Birbirimizle olduğumuz yerde karşılaşmak her ne kadar zor olsa da, hep bir şekilde deniyor oluyoruz.


78 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page