top of page
Yazarın fotoğrafıUzay Gökün

ANGELOPOULOS FİLMLERİNDE SAVAŞLAR


Yunan yönetmen Theo Angelopoulos, gerek işlediği konular gerek teknikleriyle kendine özgün bir sinema yaratmayı başarmıştır. Uzun çekimleriyle, kullandığı müthiş müziklerle ve yolculuğa çıkan karakterlerini hem yakın tarih hem de antik zamanla harmanlamasıyla Yunan sinemasının en gür sesli filmlerine imza atmıştır. Oldukça dokunaklıdır hikayeleri çünkü bizi anlatır, dünyadaki tüm halkların ortak sorunlarını. Hele bizim gibi Anadolu coğrafyasında ve yüz yıllarca Yunanlarla beraber aynı köylerde yaşayan, aynı acıları paylaşan bir topluma çok daha sıcak gelir onun filmleri. Gerçekleri hiç çekinmeden yüzümüze vurur. O yüzden de gerçek tarihi örtbas edip kendi egemenliklerinin işine geldiği gibi geçmişi baştan yazmaya çalışan, başta kendi devleti olmak üzere, tüm otoritelere karşı bir tehdittir onun sineması. Halkların sadece acılarla değil sanatla da birleşebileceğini göstermiştir bizlere. Angelopoulos sinemasının özgün yönleri kesinlikle konuşulmaya değer, ancak benim için bu yazıda daha öncelikli olacak olan özelliği bir yüzyılı savaşlarla geçen Yunan ve Balkan halkının yakın tarihine ışık tutması ve bu filmlerde de bize sezdirdiği savaş karşıtlığı üzerine olacak.





Angelopoulos, çoğu filminde kendi topraklarının yakın tarihinden dönemleri ele alırken kronolojik, düz bir çizgide ilerleyen zaman anlayışı yerine farklı farklı noktalardaki geçmişin kayalıklarından bir oraya bir buraya atlayıp durmuştur. Düz bir çizgidense zaman uçsuz bucaksız bir deniz gibidir onun için. Bu yüzden de yakın tarih ile antik Yunan döneminin mitlerini birleştirmeyi de gerek karakterler gerekse imgeler aracılığıyla başarabilmiştir. Alışılmış olan anlatı yapısını hem dönemi anlatırken belirli bir zaman akışı kullanmayarak hem de kadim Yunanistan’ın klasik tragedyalarından, mitolojik ögelerinden yararlanarak bir imge dünyası kurarak yıkmıştır. Kimi filmlerinde Yunan sinemasının ilk filminin, kimisinde de eskiden yaşamış bir şairin peşinden koşturan karakterlerin yaşadıklarını anlatan Angelopoulos’un filmlerindeki eskiye göndermeler onun bir yönetmen olarak karakteristik özelliğini oluşturur.


Bir başka karakteristik ve bizim de bu yazıda üzerinde duracağımız özelliği de Angelopoulos’un savaş konusundaki duruşudur. Filmlerinde Balkanlar ve Yunanistan’ın savaşlar, katliamlar yüzünden yaşadıklarını hiçbir zaman göstermekten çekinmemiştir Angelopoulos. Çünkü böyle büyük alt üst oluşlar halkların her bir bireyinin aynı anda benzer acıları yaşadıkları dönemlerdir ve her toplumun hafızasında çok büyük kayıplarla beraber yer edinmişlerdir. Ulis’in Bakışı filminde Manakis kardeşler tarafından çekilen bir filmin kaydını bulmak için tüm Balkanları dolaşan bir karakterin peşinde o sırada süren iç savaşta insanların yaşadıkları sıkıntıları, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar geniş yaraları gözlerimizin önüne sermiştir. Genel olarak yolculuğa çıkan karakterler ve onların gördükleri üzerinden o zaman yaşanan gerçekleri bizlere sunmayı seçen Angelopoulos, bu filminde yıkılan Lenin heykelinin gemiyle taşınmasını seyirciye izletirken büyük bir dönüşümün yaşandığını ve bir devrin şimdilik bittiğini anlatmak istiyor adeta. Bir röportajında ona heykeli taşıyan geminin geçtiği sırada köylülerin haç çıkardığı ile ilgili bir soru sorulur ve Angelopoulos “Ancak bir bakıma bunun aynı zamanda bir cenaze töreni olduğunu da unutmayalım, böyle durumlarda insanın haç çıkarması âdettendir.” diyerek cevap verir (1). Balkanlarda sosyalizmin çözülüşü, Lenin’in cenazesinin kaldırılışı büyük bir dönüşümü ifade ederken aynı zamanda Balkanlar’da da binlerce cenazenin topluca kalkmaya başlayacağı bir dönemin başladığına işaret eder.




En bilinen filmlerinden olan Eternity and a Day’de ise yakın tarihte öleceği haberini alan bir yazarın sürgünlüğünü, geçmişte yaşadıklarını, pişmanlıklarını, yarının bir gün bile sürebileceği ihtimalini hiçbir zaman düşünmeden anı yaşayamayışını ve belki de amaçsızlığını konu edinir ilk başta. Angelopoulos’un kendi tanımıyla “gerçek ilişkinin anlamını anlamamış, başkalarını gerçekten görüp tanımaya vakit ayırmamış” biridir yazarın kendisi (2). Ancak son gününde hayat ona insanları tanımasını sağlayacak, geçmişini düşündürecek biriyle tanıştırmıştır onu. Baş karakterimiz Alexendre, satılmak üzereyken bulduğu Arnavutluk göçmeni küçük bir çocuğu memleketine döndürmek için yolculuğa sürüklenmiştir. Ancak Arnavutluk sınırına geldiklerinde göçmen çocuk savaş esnasında yaşadıklarını, nasıl kaçtığını anlatır. Çocuğun çaresizliğini, kimsesizliğini hissettirir bu diyaloglar bize. Sonra kamera yavaş yavaş sınırdaki tellere doğru çevrilir. Tellerde onlarca ölü beden asılı şekilde öylece durmaktadır. Savaşın çırılçıplak gerçekliğini, vahşetini gözler önüne seren bu sahnede tüylerimiz diken diken olur. Belki de bizi böyle etkileyen bir başka şey de büyük yıkım anlarında o tellerdeki ölüler gibi savunmasız kalabilmemizdir toplum olarak.




Şimdi bahsedeceğim filmi Kumpanya’da ise savaş konusu işlendiği dönemin de zorunlu bir etkisiyle çok daha ağır basar yukarıdaki eserlerine göre. Yine savaş koşullarında karşılaşılan acı tabloları bize göstermekten çekinmemiştir ancak öteki filmlerinden farklı olarak bu filmde fillerin kavgalarında halkın kaderinin çimenler gibi ezilmek olmadığını kendi ülkesinin direniş tarihinden bizlere gösterir. Ana öykü 1939-53 yılları arasında Yunanistan’ın politikası, işgal yılları ve iç savaş zamanını konu edinir. Ancak biz bu olayları Yunanistan’ın her köşesini gezen bir kumpanyanın çevresinde ve içinde gelişen durumlarla beraber takip ederiz. Mitoloji ile yakın tarihi birleştirme gayesini bu kumpanyanın içerisindeki bir ailenin dramıyla başarılı bir şekilde uygulayabilmiştir. Elektra isimli kadın karakter, işgale karşı savaşmaya giden babası Agamemnon’un ölümünden onu aldatan annesini ve annesinin sevgilisini sorumlu tutar. Orestes isimli erkek kardeşinden yardım isteyerek babasının intikamını alıp o ikisini de öldürmek ister. Filminin bir tarih dersi niteliğinde olmasını istemediği için oyuncular arasındaki ilişkileri Atrides efsanesine benzetmiştir Angelopoulos (3). Bu sayede de eserini sıradan bir dönem filmi olmaktan çıkarıp, kendi mührüyle damgalamıştır.


Bu filminde de zaman denen okyanusun içindeki bir dalga gibi oradan oraya savrulmamızı sağlıyor yönetmen. Öyle ki 1952 yılındaki seçimlerde propaganda yapan generallerin kampanya arabalarından gelen sesleri duyulurken bir anda sahne değişir ve kendimizi İkinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamında bulabiliriz. Aynı zamanda Brecht’in epik tiyatrosunda ve Godard’ın ajitatif filmlerinde aşina olduğumuz oyuncuların doğrudan kameraya yani bize karşı konuşmaları, gazetelerdeki yazıları yüksek sesle okumaları aracılığıyla bizlere o dönemde, geçmişlerinde yaşadıkları sıkıntıları ve düşüncelerini anlatabilmişlerdir karakterler. Örneğin baba Agamemnon, Anadolu’daki savaş yıllarında bir muharebeden nasıl kaçtığını, denizin karşısına geçmeye çalışırken yaşadığı açlığı ve evine döndüğünde ailesinin kaybolduğunu öğrendiğinde hissettiği çaresizliği hiçbir duvar olmadan anlatır bizlere.


1940 yılında sahnedelerken savaşın başladığını seyircilerine ve bizlere duyururlar, ardından da düşen bombaların sesleri eşliğinde herkes kaçışmaya başlar. Elektra’nın erkek kardeşi Orestes direnişçilere katılır. Babaları Agamemnon ise karısına askere kabul edildiğini ve işgale karşı çarpışacağını söylediğinde karısı kahkahalar atarak cevap verir ona, Elektra’yı daha da haklı çıkartan bir sahnedir bu (aynı zamanda Agamemnon’un bu kahkahalardan sonra karısına tokat atmasıyla beraber seyircinin bu ikili ilişkide taraf tutması hayli zorlaşır). Agamemnon’un faşistler tarafından kurşuna dizilmek üzereyken onlara sorduğu şu soru, Yunan halkının direnişinin, işgalcilerin savaşına karşı savaşmanın ne kadar da meşru olduğunu beyinlerimize kazır adeta: “Ben denizin ötesinden İyonya’dan geldim, ya siz?”


İşte bu filmi, diğer dönem ve savaş filmlerinden ayıran en önemli özelliği savaşa karşı mücadelenin pasif kalarak verilmeyeceğini veya diğer büyük güçlerin halkı kurtarmasını beklemenin yanlış olduğunu kendi tarihinden örneklerle anlatmasıdır. Savaşı, kumpanyanın bitip tükenmeyen yolculuğu kurtarmamıştır. Tüm yolculukları boyunca beraberlerinde yükselen silah seslerine, ağaçlara asılmış insanlara rağmen savaşa karşı çaresiz durumda olan insanlara neşe getirme hedefini koyan kumpanyanın yaptığı da oldukça kıymetlidir ama savaşı bitiren, savaşı çıkaranlara karşı savaşmak olmuştur. Hatta kumpanya üyeleri bulundukları bir köyde işgalciler tarafından kurşuna dizilecekken partizanların gelmesiyle kurtulurlar ve bir sonraki sahnede görürüz ki halk sokaklara çıkarak savaşın kazanılmasını kutlamaya başlamıştır. Savaşı kazanan partizanlar yani direnen Yunan halkı olmuştur!




Savaş kutlamaları esnasında orak çekiçli bayraklarla Amerikan ve İngiliz bayrakları aynı yerdedir. Bu dönemleri sonradan izleyen bir seyirci için oldukça tuhaf gelecektir ancak o zamanlarda Stalin’in ve Sovyetler Birliği’nin ABD ve İngiltere ile izlediği politikalar bu tuhaf durumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kutlamalar yapılmasına rağmen hâlâ daha silahlar susmamıştır ve sokaktaki kalabalığa kurşunlar atılır, ölenler olur. Savaşın daha bitmediğini anlarız bu sayede, bu sefer de İngiliz emperyalizminin boyunduruğundaki Yunanistan devletine karşı direniş başlamıştır. Artık havada sadece kızıl bayraklar kalmıştır!


Savaş anında sürekli sıkıştırılan kumpanya üyelerini şimdi de devletin kendisi bir türlü rahat bırakmaz. Sürekli Elektra’yı sıkıştırırlar ve kardeşi Orestes’in nerede olduğunu söylemesini isterler. Hatta konuşturmak için Elektra’ya tecavüz bile ederler. Filmin en kan dondurucu sahnesidir belki de. O her zaman kutsal kabul edilen devletin ne kadar iğrençleşebileceğinin de göstergesidir bu sahne. Ayıldığında kendini ıssız bir yerde bulan Elektra, bize savaştan sonra yaşananları anlatır. İngilizlerin iktidara geldikten sonra savaşın asıl kazananı olan partizanları ve devrimcileri dizginlemek için faşist çeteleri tekrar saldığını ve bu yüzden iç savaşın patlak verdiğini duygularını bastıramayarak bizlere söyler. İç savaşın sonunda partizanlarla hükümet arasında bir anlaşma imzalanır ve anlaşma neredeyse tamamen devrimcilerin yenilgisinin beyanıdır. Açıklamanın sonunda “Çok Yaşa İngiltere!” diye haykırabilmiştir yöneticiler.



“Savaşın kazanılmasını sağlayan direnişçiler olmuş olabilir, yine de Yunan halkı tam olarak bağımsızlığını kazanmamıştır. Ne gerek vardı bu kadar kan dökmeye?” diye sorulabilir. Ancak bu tür bir bakış açısı bizi kaderciliğe sürükler ve tarih de göstermiştir ki her direnişin sonucu yenilgiyle bitmez. Küba, Yugoslavya gibi örnekler bunların en önemlileridir. Zaten Angelopoulos da böyle bir kaderciliğin içine düşmemiştir asla filminde. Bazı sorular sordurmak istemiştir seyircisine: “Halk 1944 Aralık ayını kendi devrimleri, doğal sonucuna varmadan yarıda kesilen bir devrim olarak görüyor. Neden? Benim filmim bu soruya doğrudan bir cevap vermiyor ama cevap arayana, içinde pek çok kanıt var. Örneğin ELAS (Yunan Halk Kurtuluş Ordusu) neden Atina’ya girmedi?” (4) Kendisi de bu başarısızlığın sebebini direnişte değil, direnişin uğradığı ihanette görmektedir.


Yunan yakın tarihi hakkında çok fazla bilgi gerektiren bir filmde, iç savaşta yaşananları özet olarak da olsa anlamakta fayda var ve ancak bu şekilde Angelopoulos’un sorduğu soruya cevap bulabiliriz. 1940 yılında İtalya, daha önceden işgal ettiği Arnavutluk üzerinden Yunanistan’a savaş açtı ve daha önceden diktatör Metaxas’a karşı mücadele için Yunan Komünist Partisi tarafından kurulan ELAS, şimdi de faşist işgalcilere karşı partizan savaşını yürütmeye başladı. Mihverler tarafından Girit işgal edildikten sonra hızla yurt dışına kaçan kralcılar, İngiliz birlikleri; İtalya ve Almanya’ya karşı direnişi tamamen ELAS’a bırakma niyetinde değillerdi. Bu yüzden sağcı, milliyetçi ve bazı monarşi destekçisi grupları desteklediler. Bunlardan biri de EDES adındaki örgüttü. ELAS, Sovyetlerin de uluslararası politikada İngiliz ve Amerikan emperyalistleriyle yaptığı ortaklığa benzer bir şekilde EDES ile beraber bu savaşı yürütmek istiyordu çünkü Yunan Komünist Partisi, “Moskova’nın emirlerine sadık kalarak, ilk görevi, yabancı işgale karşı bir ‘ulusal cephe’nin oluşturulması olarak gördü” (5). Ancak Broue’nin de yazdığı gibi bu pek mümkün olmadı çünkü kraliyet meselesi gibi can yakıcı bir mevzuda uzlaşamamışlardı. Burjuvazi ve toprak sahipleri “monarşiden ve onun Britanyalı hamilerinden kopmayı ne istiyorlardı ne de bunu yapabilirlerdi.(6)” ELAS, ne kadar İngilizlerle beraber mücadele etmek istese de İngilizler, kendi subaylarına “EDES’le iyi, ELAS’la makul ilişkiler kurun ve mümkün olan her türlü araçla ELAS ve EDES arasında çatışmalar ve anlaşmazlıklar yaratın” talimatını vermişti (7). Çünkü İngilizler Trotsky’in ifade ettiği savaş zamanındaki politikanın yani “emperyalist savaşın, işçilerin kapitalistlere karşı savaşına dönüştürülmesi, tüm ülkelerin egemen sınıflarının devrilmesi (8)”nin başarıya ulaşmasından oldukça korkuyorlardı. Emperyalistlerle yapılan müttefiklik, aslında farkında olmadan ELAS’ın kendi sonunu getiren bir taktikti.


Mart 1943’te Atina’yı işgal eden Almanlara karşı şehir halkının direnişi kazanmış ve faşistler yenilgiye uğratılmıştı. Yani savaş sadece dağlardaki gerilla mücadelesinden ibaret değildi. Binlerce işçi, öğrenci şehirlerinde direnişe katılmışlardı. Hatta komünist partilerle hiçbir bağı olmayan bazı subaylar radikal taleplerle ortaya çıkmaya başlamışlardı.


Savaşın sonlarına doğru işgal sonrası bir iç savaşın ortaya çıkma ihtimalleri arttı çünkü EDES ve diğer sağcı silahlı birliklerin karşısında ELAS’ın mutlak bir gücü vardı ve özellikle Winston Churcill, Yunanistan’da komünist bir partinin lider olmasını istemiyordu. 1944 yılında Almanlar EDES ile ateşkes anlaşması yaptılar ve artık iki gücün de tek rakibi olarak komünist partizanlar kalmıştı. ELAS, işgal sonrasında Yunanistan iktidarını hedeflemişti ancak Yunanistan’ı Balkanlardaki uydusu haline getirmek isteyen ve bunu Sovyetler Birliği ile yaptığı anlaşmalarla sağlama alan İngiliz yönetimi buna oldukça karşıydı. Angelopoulos’un filmde de bize Elektra aracılığıyla anlattığı gibi savaşın bittiğine sevinen halk, İngilizlerin komünistlere karşı faşist çeteleri palazlamasıyla aslında savaşın devam ettiğini anlamıştı. Ülkeyi işgal yoluyla kontrol etmeye çalışan, dışarıdan gelen faşistlerin yerine şimdi de yine Yunanistan’ı kendi uydusu haline getirmeye çalışan İngiliz emperyalizmi ve ona bağlı olan yerli faşist çetelere karşı mücadele başlamıştı. Yunan halkının tam bağımsızlık mücadelesi sadece farklı bir evreye geçmişti. Aslında Stalin’in emriyle partizanlar geri çekilmeye başlamıştı ancak Churchill, bu geri çekilişin kısa süreli olacağını çünkü Yunan halkının ELAS’la bütünleştiğini, devrim arzusu içerisinde olduğunu anlamıştı. Bu yüzden de isteği Atina’ya silahlı bir müdahalenin gerçekleştirilmesiydi (9). Böylece İngilizler, yapılan anlaşmalarda müttefiklerin işgal altındaki devletlere oraları faşistlerden kurtarma dışında müdahale edilmeyeceği maddesi geçmesine rağmen silahlı güçlerini Yunanistan’da kullanmaya başladı.


Stalin, Yunan iç savaşına bir kere bile müdahale etmedi, hatta tam tersine partizanlara Yunanistan’da hâkimin İngilizler olduğunu söyledi ve “Yunanistan’da izlenen İngiliz politikasına güvenim tamdır.(10)” açıklamasını yaptı. Bu şekilde Yunan halkının kendi kaderini çizmesine engel olmak için on binlerce insanın ölümüne sebep olan İngilizlerin suç ortağı oluyordu. Fransız tarihçi Pierre Broue’nin de yazdığı gibi Stalinist bürokrasi kapitalist devletlerle iş birliği içinde, devrimci güçleri bastırma görevini kendisinde bulmuştu: “Bir kere fiili olarak ‘Sovyetler Birliği’ni savunma’ çizgisinde yer alan çeşitli komünist partiler ‘direnişin militanları’ haline geldiler ve silahlı mücadelenin tekelini ellerinde bulundurdukları izlenimini vermekte sıklıkla başarılı oldular… Bu savunma, doğrudan ya da dolaylı bir siyasi mücadele ve gerektiği zamanlarda bizzat kitle hareketini hedef alan polisiye bir baskı halini aldı. Bu baskı, hemen hemen her ortaya çıktığında, hareket Sovyetler Birliği ve müttefikleri arasında anlaşmalara zarar verme tehdidi yarattığında, nüfuz bölgesi anlaşmalarını sorguladığında, ya da daha fenası bir devrimi gündeme getirdiğinde gerçekleşiyordu. Bu devrim; Stalin, Roosevelt ve Churchill için de, Hitler için olduğu kadar istenmeyen bir olasılıktı ve eğer Hitler onu daha önceden ezemediyse, bu üçlü ezmeye hazırdı.(11)”


İngilizlere karşı uluslararası alanda yalnız kalan ELAS, milyonlara ulaşan üye sayısına, halkın büyük bir çoğunluğunun desteğini kazanmasına rağmen 15 Şubat 1945 yılında militanlarının silahsızlandırılmasını kabul eden Varkiza Antlaşmasını imzaladı. İşgalcilere karşı zaferin sahibi olarak gördükleri örgütün, devrimi bu şekilde yarım bırakması ve ihanete uğratması halkı çok şaşırttı ancak Stalinist politikaların bir ürünü olarak işgalcileri kovma savaşını ülkelerindeki burjuvaziye karşı savaşa dönüştürmeye çalışmadıkları, hatta sürekli beraber bir kurtuluş mücadelesi verilebileceğini düşündükleri için İngilizler tarafından darbe almışlardı. “Anavatan” olarak gördükleri Sovyetler, bürokrasinin çıkarları doğrultusunda Yunan devrimine ihanet edince onlar da silahlarını bırakmak zorunda kaldılar. Devrimin tamamlanmamasıyla beraber Yunanistan, İngilizlerin himayesi altındaki generallerin yönetimine bırakılmış oldu.


Filme dönecek olursak, Varkiza Anlaşmasına uymayan bazı milisler hala dağlardaydı. Orestes de onlardan biriydi, hâlâ dönmemişti dağlardan. Ancak onlar da yakalandıklarında anlaşmayı imzalamaya zorlanmışlardı. Kimi arkadaşları ölüm ve işkence korkusuyla anlaşmayı yakalanır yakalanmaz imzalamıştı. Kimisi ölüm döşeğinde olmasına rağmen imzalamamış, kimisi de Orestes gibi işkenceler görmüştü. Elektra, Orestes’in tutulduğu hapishaneye girince onu tahta bir masanın üzerinde perişan halde yatarken bulur, soğuk bedeniyle ve kanlar içindeki beyaz gömleğiyle öylece uzanmaktadır.




Yunan halkı için acılarla, ihanetlerle dolu olan bir tarihi işleyen filmin sonunda da herkesin böyle büyük bir toplumsal travmanın etkisi altında kaldığını, acılarını yüreklerinin bir köşesine sıkıştırmaya çalıştıklarını ancak hiçbir zaman başaramayacaklarını görürüz. Yine de ümitsiz bitmez film, acıları gizlemekteki başarısızlıkları onların bu olayları kabul etmediğinin bir göstergesi olmuştur. Tüm yaşanmışlıklara rağmen kumpanya kalan üyeleriyle beraber hüzünlü göz yaşlarını gizlemeye çalışan insanların karşısına çıkıp onlara ümit olmaya devam etmek için ülkeyi dolaşmaya başlamıştır tekrardan.


Ancak bir sahne vardır ki Angelopoulos’un gelecek nesilden ümidini kesmediğini rahatlıkla anlarız. Elektra’nın kız kardeşi, bir İngiliz subayıyla evlenir ve düğün yemeğinde hiçbir İngiliz tarafından ciddiye alınmaz. Kız kardeşinin oğlu bir anda masa örtüsünü üzerindeki yemeklerle beraber çekip sahil kenarında yürümeye başlar. Arkasında sürüklediği masa örtüsü adeta Yunanistan’ın çektiği acılardır ve oğlan da genç neslin bu acıları beraberinde taşıyıp geleceğe yürümesini temsil etmektedir. Kararlı bir şekilde, arkasına bile bakmadan, işgalcilere karşı öfkesini dipdiri tutarak Yunanistan’ın özgürlüğe kavuşacağı günlere yürümektedir. Bir kumpanya gösterisi öncesinde Elektra, o çocuğa Orestes diye seslenir. Nasıl eskiden o topraklar Orestes’leri yetiştirdiyse Angelopoulos’un gelecekteki Orestes’lere dair umutları vardır. Evet, o topraklar Orestes’ler yetiştirmeye devam edecektir ancak onlar da Angelopoulos gibi Yunan halkının çektiği acıları korkusuzca gözler önüne serebilen sanatçılar sayesinde bir şeyler öğreneceklerdir.


(1) Dan Fainaru, Bir Bakıştaki İnsanlık Deneyimi: Ulysses’in Bakışı, 1996, Theo Angelopoulos içerisinde, der. Dan Fainaru, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006, s. 117.

(2) Gideon Bachmann, Akıp Giden Zaman: Sonsuzluk ve Bir Gün, 1997, Theo Angelopoulos içerisinde, der. Dan Fainaru, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006, s. 128.

(3) Michel Demopoulos ve Frida Liappas, Yunan Kırsalı ve Tarihi İçinde Bir Yolculuk: Gezgin Oyuncular, 1974, Theo Angelopoulos içerisinde, der. Dan Fainaru, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006, s. 19.

(4) Michel Demopoulos ve Frida Liappas, a.g.y., s. 22.

(5) Pierre Broue, İkinci Dünya Savaşı karşısında Trotskiy ve Trotskistler, çev. Burak Sayım,1991, Devrimci Marksizm, sayı 25, Kış 2005-2006, s. 123.

(6) Pierre Broue, a.g.y., s. 124.

(7) Dominique Eudes, Kapetanos: Yunan İç Savaşı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Belge Yayınları, 1985, s. 38.

(8) L. D. Trotksy, “Manifesto of the Fourth International on the Imperialist War and the Proletarian World Revolution”, Writing of Leon Trotsky 1939-1940, New York 1977, s. 222.’den aktaranPierre Broue, a.g.y., s. 121.

(9) Dominique Eudes, a.g.y., s. 190.

(10) Dominique Eudes, a.g.y., s. 286.

(11) Pierre Broue, a.g.y., s. 122.


136 görüntüleme

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page